27 Aralık 2013 Cuma

The Shop Around the Corner

Ernst Lubitsch’in son dönem klasiklerinden The Shop Around the Corner, 1940 yılına ait sıcacık bir romantik komedi. 90’ların unutulmaz filmi Tom Hanks ve Meg Ryan’lı “You've Got Mail” ın da ilham kaynağıdır.


Film, bir kitapçı dükkânında çalışan Klara (Margaret Sullavan) ve Kralik(James Stewart) arasındaki tatlı sert aşkı konu alıyor. Gazete ilanı aracılığıyla tanışan Klara ve Kralik'in, mektuplarında birbirlerine ilanı aşk ederken iş yerinde çekişmeleri filmin hikayesini oluşturuyor.


The Shop Around the Corner’ı  iyi bir klasik yapan pek çok nokta var. En başta usta yönetmen Ernst Lubitsch’in aşk anlatılarındaki başarısı geliyor. Lubitsch’in, nezaket dolu mizahı seyir keyfi veriyor. James Stewart ve Margaret Sullavan çiftinin beyazperdedeki birliktelikleri burada da başarıyı yakalamış.“The Wizard Of Oz” hayranlarının hemen hatırlayacağı Frank Morgan da dükkan sahibini canlandırıyor. Buradaki kompozisyonu bana Hulusi Kentmen'i hatırlattı. 

40’ların Amerika’sına gidip bir Noel arifesine misafir olmak isterseniz The Shop Around The Corner’ı tercih edebilirsiniz. Ben, aralıkta izlenebilecek filmler listeme dâhil ettim bile.



Filmin Künyesi
Filmin Adı: The Shop Around the Corner
Yönetmen: Ernst Lubitsch
Senaryo: Samson Raphaelson, Miklos Laszlo
Oyuncular: James Stewart, Margaret Sullavan, Frank Morgan
Yapım: 1940

30 Ağustos 2013 Cuma

Lore

Lore, Türkçe adıyla “Savaşın Gölgesinde” Avustralyalı yönetmen Cate Shortland’ın ikinci uzun metrajlı filmi. İlk uzun metrajı Somersault(2004) filmi ile heyecanlandıran Shortland, Lore filmi ile bu heyecanımızın yersiz olmadığını kanıtlıyor.
Geçtiğimiz hafta Beyoğlu Sineması’nda izlediğim Lore, 2012’de yabancı filmler kategorisinde Avustralya’nın Oscar adayıydı. Bir 2. Dünya Savaşı filmi olan Lore, görmeye alıştığımız türden bir Yahudi hikâyesi değil. Odağını mağduriyetin öteki yüzüne çevirmiş bir film. Lore, bu yanıyla “savaşın kazananı olmaz “ sözünü haklı çıkarır gibi.  
Filmde, 40’ların Almanya’sına gidiyor sıradan bir Nazi ailesinin evine konuk oluyoruz. Filmin giriş bölümünde karakterlerin ruhsal sunumu yapılırken hikâyenin çerçevesi çizilmiş. Girişi izleyen sahneler ise hikâyeyi yol filmine aynı zamanda bir büyüme hikâyesine dönüştürüyor. Babası asker olan Lore, Berlin’in alınması ve Hitler’in intiharı ile hiç hazırlıklı olmadığı yepyeni bir hayata uyanıyor. Baba tutuklanıp ardından anne de gidince dört kardeşinin sorumluluğu ile bir başına kalan Lore, büyükannesine gidebilmek için çetin bir yolculuğu atlatmak zorunda kalıyor.

Lore’un yolculuğuna eşlik ederken savaşın acımasızlığına, parçalanmış bir aileden arta kalan hüzne, inadına Yahudi düşmanlığına, olgunlaşma aşamasındaki genç bir kızın ilk cinsellik kıpırtılarına, katı Alman disiplinine ve her şeye rağmen, hayat veren bir kuvvet olan yaşam sevgisine tanık olabilirsiniz. Yaşam sevgisi çünkü hüzün dolu bu filmin arkasında umut var. Shortland, başrole gencecik bir kızı koyarken ve onu inatla yaşatmaya çabalarken umudu yeşertiyor. Lore, finalde film boyunca değerli bir hazine gibi koruduğu ceylan biblosunu kırınca gencecik güçlü bir kadının doğuşu gerçekleşiyor. Öyle ki bu genç kadın artık kardeşlerine kol kanat gerebilen, onca yıkımdan diri ve daha dirayetli çıkmayı başarmış, karşısındaki son Nazi figürü olan babaannesinin yarattığı despotizme karşı durabilmiş bir kadın.
Shortland, zor bir filmin altından kalkmayı başarmış. Film, akıcı bir tempoya sahip olmasa da yönetmenin yakaladığı ritim seyir keyfini gölgelemiyor. Müzikler ve oyuncu seçimleri oldukça başarılı olmuş. Lore, karakterine hayat veren genç oyuncu Saskia Rosendahl gelecek vaat ediyor. Duruşu ve oyunculuğu bana Abbie Cornish’i hatırlattı. (Somersault filminin Heidi’si)

“Yönetmeni kadın olursa bir savaş filmi bile naif olabilir”i görmek isterseniz mutlaka izleyin derim. İzlerken  dantelli kameraların çoğalması umuduyla, film oynatıcınıza dantel sermeyi de ihmal etmeyiniz.  


Filmin Künyesi
Filmin Adı: Lore
Yönetmen: Cate Shortland 
Senaryo: Cate Shortland, Robin Mukherjee
Oyuncular:  Saskia Rosendahl, Kai-Peter Malina, Nele Trebs 
Yapım: 2012

12 Haziran 2013 Çarşamba

Otobüs

Otobüs, sinema kariyerine oyunculukla başlayan Tunç Okan’ın ilk yönetmenlik denemesidir. Okan’ın, diş hekimliğinden kazandığı parayla çektiği Otobüs’ü izlerken bir sinema aşığının elinden çıktığını anlarsınız. Düşük bütçeli ve amatör ruhlu bu filmde, ilk filmlere has o sıcak heyecanı duyumsarsınız. 
 Film, karlı bir sahneyle açılır. Bu çetin kar sahnesi gelmekte olan fırtınanın habercisi gibidir. Otobüs, İsveç’e iş bulma vaadiyle gelmiş dokuz adamın hikâyesini anlatır. Hikaye, ülkelerini aydınlık bir gelecek umuduyla terk eden bu dokuz adamın dolandırılıp bir otobüsle beraber terk edilmeleri ile gelişir.  Şoför gittikten sonra yabancı oldukları başka bir dünyada, ne yapacaklarını bilmeden hurda bir otobüse hapsolurlar. Otobüsün “Hurda”lığı ise,  hüznün başka bir boyutunu oluşturur. Bir sahnede otobüsle ilgili konuşan İsveç’li gençler böyle bir hurdayla yola çıkılmasına gülüp geçerler. Oysa o hurdayla yola çıkmak; dokuz adamın ortak hüznü, çaresizliği, yoksunluğu, umutları ve yoldaşlığıdır.

Otobüs özetle, kültür şokunu merkezine alan bir göç hikâyesi olarak okunabilir. Filmde sık sık yabancı düşmanlığı gerçeğiyle karşılaşırsınız. Tuncel Kurtiz’in suya düştüğü sahnede yanından geçen adamın yardım etmek yerine sadece “Pis herif” deyip uzaklaştığı sahne bir yerin yabancısı olma durumunu adeta karabasana dönüştürüyor. Fakat burada, Doğu-Batı çatışmasının ötesinde sınıf çatışmasının baskın olduğu görülebilir. Çünkü karşımızda sadece dokuz yabancı yok, dokuz yabancı “işçi” var. 
Otobüs, filmde bir yönüyle de sığınak olarak kullanılmıştır. Gün boyu ayrılmaya cesaret edemedikleri Otobüs’ten sadece gece çıkabilirler. Otobüs’ten ayrılmak durumunda kaldıklarında ise başlarına gelmeyen kalmayacaktır.  Tuncel Kurtiz’in arkadaşını kaybettikten sonra, karanlık Stockholm sokaklarında “Memet” diye bağırdığı sahne çaresizliğin ete kemiğe bürünmüş haliydi. Bu sahne bana Bisiklet Hırsızları filminin finalinde, babanın insanın o kalbine dokunan tükenmiş bakışlarını hatırlattı.
Otobüs tepeden tırnağa bir hüzün geçidi değil. Filmin absürd bir mizahı var.  Bu mizah güzel bir doku yaratıyor. İşçilerin topluca “medeniyet” sınırları içinde, iskele kenarında denize işedikleri sahneyle, telefon kulübesindekiler sevişirken gizlice tuvalete girdikleri sahneyi tebessümle izledim.
Tunç Okan’ın yarattığı karakterler, filmin güçlü noktalarından birini oluşturuyor. Şoför karakteri, fırsatçı uyanık insan profilini güzel yansıtıyor. Fakat oyuncunun yarattığı dolandırıcı şoför biraz karikatür gibi duruyor. Öte yandan şoförün her fırsatta medeniyet vurgusu yapması bana çocukluğumdan hatırımda kalmış, kimi satıcıların sıklıkla tekrarladıkları “Avrupa malıdır!” cümlesini hatırlattı. Başta Tuncel Kurtiz olmak üzere bütün performanslar son derece yalın bir üslupla yaratılmış. Filmin müzikleri ise Zülfü Livaneli’ye ait. Livaneli’nin müzikleri filmin duygusunu tamamlıyor.

Uzun yıllar sansürlü kalan “Otobüs” önemli bir film. Uluslararası festivallerden ödülle dönen bu film zamanında Türk sansür kurulundan geçer not alamamış! Siz de Gezi Parkı direnişi için demokrasi ve insan hakları özlemi içindeyseniz, Otobüs’ün umut yolcuları ile ortak hisler paylaşabilirsiniz. İyi seyirler.

Filmin Künyesi
Filmin Adı: Otobüs
Yönetmen:
Tunç Okan
Senaryo:
Tunç Okan
Oyuncular:
Tuncel Kurtiz, Tunç Okan, Björn Gedda, Oğuz Arlas
Yapım:
1974
Süre:
75 dk.


4 Haziran 2013 Salı

Sex, Lies and Videotape

Soderbergh’in ilk dönem filmlerinden Sex, Lies and Videotape hatırlanmaya değer bir bağımsız. Film yayınlandığı yıl olan 1989’da, Cannes’dan büyük ödül Altın Palmiye ve James Spader’ın aldığı en iyi erkek oyuncu ödüllerini almayı başarmış.
Soderbergh bu filmi; dört ana karakterin evlilik, aile, seks, arkadaşlık gibi konulardaki tutumları ve oluşturdukları ilişkiler üzerine kurmuş. Bizi bu dört yetişkinle tanıştıran olaylar, yalancı avukat John Mullany’nin (Peter Gallagher) eski bir arkadaşı olan Graham’ın (James Spader), John ve eşi Ann’i (Andie MacDowell ) ziyaret etmesiyle başlar. Graham, Ann’i görür görmez ona kur yapmaya başlar. Fakat filmin klasik bir aldatma hikayesi olmadığını Graham’in iktidarsız olduğunu açıklamasından ve John’un, Ann’in kızkardeşi Cynthia(Andie MacDowell) ile ilişkisi olduğunu öğrendikten sonra anlıyoruz.

Film, karakter analizleri etrafında dönüyor. Filmin temel çatışma noktası ise ilişki ve yalan. Sex, Lies and Videotape bu iki durum bir araya geldiği zaman mutlaka ters giden bir şeyler olacağının pratiği gibi.
Bağımsız yönünden olacak;  Sex, Lies and Videotape cesur bir anlatıma sahip.  Filmin kardeşleri Ann ve Cynthia birbirine taban tabana zıt iki karakteri canlandırıyor. Abla Ann evli, eşine sadık ve “iffetli” bir genç kadın, öyle ki terapistiyle konuşmalarında anlattığı üzere mastürbasyon yapmayı dâhi hiç denememiş. Hatta mastürbasyon yaparsa onu dedesinin izlediğini düşünecek kadar seksten korkutulmuş. Seksin bir gereklilik olmadığına inanıyor. Tahmin edersiniz ki hiç orgazm olmamış. Cynthia ise özgür ruhlu, cinselliği ile barışık, barda çalışan ve yalnız yaşayan bir genç kadın. Kısacası bir tarafta aklı ve vajinası cinsellik karşıtı bir düsturla muhafaza edilmiş bir kadın, diğer tarafta ise “dışa dönük” üstelik ablasının kocasıyla sevişen bir kardeş. Tabi Cynthia ve John arasındaki bu sadece sekse dayalı ilişkinin arkasında Ann ve Cynthia’nın kökünün eskiye dayandığı belli başka bir mesele olduğunu görmek çok zor değil. Filmin erkekleri de en az Ann ve Cynthia kadar birbirlerinden farklılar. John bir avukat, takım elbiseli bir yalancı; Graham ise naif, düşünceli biri. Bir de film boyunca üstünden çıkarmadığı kot pantolunu ve siyah gömleğiyle 89 yılında beliren bir erken dönem hipsterı gibi görünüyor. Bu iki karakterin okul yıllarına dayanan arkadaşlıkları Graham’ın ziyareti ile noktalanıyor. Çünkü üzerinden geçen yıllar onları iki farklı insana dönüştürmüş.

Sex, Lies and Videotape’i bir evlilik eleştirisi olarak da okuyabiliriz. Graham, Ann’e evliliğini sorduğunda aldığı cevap “mutlu” beraberliğin tarifinden çok uzaktır. Ann sadece evliliğin kadına bahşettiği güvenli hayattan, sahip oldukları güzel evden ve John’un kariyerinden bahsetmekle yetinir. Beraberlik fikrine, biz’in varlığına sahip değildir. Belki de bu yüzden bir anda karşısında beliriveren bu gizemli yabancıya, karşı koyamadığı bir ilgi duyar.
Hikayede düğümleri çözen Ann’in aldatıldığını anladığı an oluyor. Ann, John’un onu kardeşiyle aldatmasına neredeyse hiç şaşırmıyor. Beri yandan bu durum onu Graham’a açılmak için cesaretlendiriyor. Tıpkı kardeşi gibi o da Graham’ın video kamerasına konuşuyor. İktidarsız Graham Ann’in buzlarını çözüyor ve Ann uyanıyor.

Soderbergh, karakter yaratmakta çok başarılı. Oyuncu seçimleri için de aynı başarıdan söz edebiliriz. Secretary filminin fetişist patronu James Spader,  o kendine has soğuk cazibesi ile Graham rolüne çok yakışmış. Her zaman saraydan kaçmış bir prenses olduğunu düşündüğüm Andie MacDowell da Ann karakterinin mahcubiyetini taşıyabiliyor. Laura San Giacomo zor bir rolün üstesinden gelmiş. Peter Gallegher yalancı koca rolünde zaman zaman abartıya kaçan mimiklerine rağmen kabul edilebilir.

Sex, Lies and Videotape bağımsız ruhu, gösterişsizliği, oyuncuları, soruları ve hoş finali ile izlenmeyi hak eden bir film. 

Filmin Künyesi

Filmin Adı: Sex, Lies and Videotape
Yönetmen: Steven Soderbergh
Senaryo: Steven Soderbergh
Oyuncular: Andie MacDowell, James Spader, Laura San Giacomo, Peter Gallagher
Yapım: 1989
Süre: 100 dk

21 Mayıs 2013 Salı

The Collector


Türkçe’ye “Korkunç Koleksiyoncu” adıyla çevrilen The Collector, John Fowles’ın aynı adlı romanından uyarlanmıştır. Filmin yönetmeni, Hollywood’un altın çağının en önemli yönetmenlerinden biri olarak gösterilen William Wyler. Geniş bir filmografiye sahip olan William Wyler deyince akla ilk gelenler; Ben Hur, Roman Holiday, The Best Years of Our Lives gibi klasiklerdir.
The Collector ise, takıntılı bir bankacının güzel bir sanat öğrencisine duyduğu hastalıklı aşkı konu alıyor. Freddie Clegg’in (Terence Stamp) tek uğraşı kelebek koleksiyonculuğudur. Fakat bu uğraşı da onun hastalıklı iç dünyasının bir uzantısı olmaktan öteye geçemez. Bir gün aşık olduğunu düşündüğü Miranda’yı (Samantha Eggar) kaçırır. Böylece Freddie onu da kelebek koleksiyonuna dâhil etmiş olur. Başka bir deyişle bir tutsaklık hikayesi olarak kurgulanan olay örgüsü, asla kaçıran ve kurban arasında sıradan bir Stockholm Sendromu vakasına dönüşmez. Bu yanıyla gerçekçi bir anlatımdan söz edebiliriz.

 The Collector ‘un yönetmenin olgunluk eserlerinden biri olduğu söylenebilir. Bir edebiyat uyarlaması olan film, olabildiğince aslına sadık kalınarak çekilmiş. Yönetmen, tek mekânda geçen bu filmde, seyirciyi kaybetmeyen bir akış yakalamayı bilmiş.
Wyler, filminde diyaloglardan çok müziğe yer veriyor. Bu yolla adeta, psikolojik gerilim türünün taşlarını yerine koyuyor. Freddie Clegg’i canlandıran usta oyuncu Terence Stamp rolünü hakkıyla canlandırmış. Wyler, karakterlerin duygu değişimlerine odaklanan kamera kullanımı ve film için yarattığı dünyanın yalınlığı ile alışılan tarzıyla karşımıza çıkıyor.
The Collector, şüphesiz William Wyler’ın en iyi filmi değil fakat kesinlikle izlenmeyi hak eden bir film. Tabi eğer kitabı hala okumadıysanız mutlaka izlemeden önce okuyun, aksi halde  hayal kurma özgürlüğünüzü William Wyler’ın kamerasının sunduklarına hapsetmiş olursunuz.




Filmin Künyesi
Filmin Adı: The Collector
Yönetmen: 
William Wyler
Senaryo: 
John FowlesJohn KohnStanley Mann, Terry Southern         
Oyuncular: 
Terence Stamp, Samantha Eggar
Yapım:
 1965
Süre: 
120 dk

12 Nisan 2013 Cuma

The Iron Lady


Geride bırakmaya hazırlandığımız haftanın, en önemli gündemlerinden biri Margaret Thatcher’ın hayatını kaybetmesi idi. İzlediği politikalar nedeniyle Sovyetlerin ‘Demir Leydi’ lakabını taktığı Thatcher, İngiltere’nin ilk kadın başbakanıydı ve bu görevi on bir yıl sürdürdü. Muhafazakâr sağın güçlü bir temsilcisi olarak 20. yüzyılın unutulmaz siyasi figürlerinden biri oldu.
Ben de bu hafta Thatcher’ın hayatından yola çıkarak çekilen The Iron Lady(2011) filmini bir kez daha izledim. Film, İngiliz yönetmen Phyllida Lloyd’ın ikinci sinema filmi.
Lloyd, filmde Margaret Thatcher’ın son yıllarındaki alzheimer hastalığı, babasının bakkal dükkânı, Oxford’da kimya okumaya hak kazanması, varlıklı iş adamı Denis Thatcher ile evlenmesi ve politik yükselişi gibi hayatındaki önemli durakların hepsine uğruyor.
Lloyd, film boyunca Margaret’e sempati duymamızı sağlamaya çalışıyor. Film, tam da bu sebepten marketten süt alan yaşlı “masum” bir kadın olarak sunulan bir Margaret Thatcher ile başlıyor. Fakat bu durum Demir Leydi’yi sempatik göstermeye yetmiyor. Yönetmenin çabası göze batıyor.
Filmde, Thatcher’ın politikaları neredeyse hiç eleştirilmiyor. Filmin, Demir Leydi’yi beyazperde de nasıl onurlandırırız gibi bir misyonla çekildiğini düşünüyorsunuz. Üstelik bu hoş gösterme çabaları Thatcher’ı özgürlükçü bir feminist(!) gibi sunarak dâhi deneniyor. Bu, odağı kaydırılmış düşünsel zemin izleyeni kazanmaya yetmiyor.
Teknik konularda ise filmi zayıf olarak değerlendiremeyeceğim. Fakat sürekli bir eksiklik duygusu yaşattığı ve bir başyapıt olmadığını da itiraf etmeliyiz.
Merly Streep’in karakter yaratmadaki muazzam başarısı ise yine göz kamaştırıyor.
Kısacası, büyük beklentilerle izlememenizi öneririm. Merly Streep’in performansı ve Margaret Thatcher gündemine bir film ile mola vermek için izlenebilir. 



Filmin Künyesi
Filmin Adı: The Iron Lady
Yönetmen:
Phyllida Lloyd
Senaryo:
Abi Morgan 
Oyuncular: Meryl Streep, Jim Broadbent, Susan Brown
Süre: 105 dk.
Yapım:
2011

26 Mart 2013 Salı

Silver Linings Playbook


Umut Işığım adıyla Türkçeye çevrilen Silver Linings Playbook, Amerikalı yönetmen David O. Russell’ın Matthew Quick’in aynı adlı romanından uyarladığı komedi ögeli romantik filmidir. Umut Işığım, geride bıraktığımız yılın en çok konuşulan yapımlarından biri oldu. Altın Küre ve Oscar adaylıklarıyla da adından bahsettirdi.

Film, karısını başka bir adamla yakalayan Pat’in ( Bradley Cooper) gönderildiği akıl hastanesinden ailesinin yanına geri dönmesiyle açılıyor. Pat bir yandan ailesine tam olarak iyileştiğini ispatlamaya çalışırken bir yandan da eşini geri kazanmak için mücadele ediyor.  Pat bir gün arkadaşı Ronnie’nin baldızı Tiffany ( Jennifer Lawrence) ile karşılaşır. Tiffany’nin de Pat gibi hayatı pek yolunda gitmiyordur. Tiffany’nin eşi ölmüştür. O da yaşadığı kısa süreli ilişkiler ile kendini iyileştirmeye çalışmıştır. Tabi bu durum işlerin Tiffany açısından daha kötü bir yere gitmesine sebep olmuştur. İşte filmin hikâyesi tam da bu noktada başlıyor. İki karakterin de bir “Umut Işığı”na ihtiyacı vardır. Film boyunca bir yakınlaşıp bir uzaklaşan Pat ve Tiffany’nin nihai kararlarını görmek için bekleyen seyircinin merakı da burada devreye giriyor.
Umut Işığım’daki bağımsız filmlere özgü detaylar ve iddiasızlık hoşuma gitti. Bu yolla suni detaylarla uğraşmak yerine hikâyeye odaklanabiliyorsunuz.Filmde bazen akışın durması ise bir eksik olarak değerlendirilebilir. Bu durağanlık izleyeni biraz yoruyor. Olumlu bir nokta olarak ise yönetmen filmde mizahı yerli yerinde ve çok güzel kullanmış. Ben özellikle Pat’in gecenin bir yarısı anne ve babasının odasına girip Hemingway’in romanı hakkında söylendiği sahneye bayıldım.
Oyunculuklara gelince bilindiği üzere Jennifer Lawrence buradaki rolüyle En İyi Kadın Oyuncu Oscar’ını aldı. Öyle görünüyor ki, Lawrence’ı bundan sonra daha sık izleyeceğiz. Bradley Cooper da çok başarılı bir performans sergiliyor. Robert De Niro ise Pat’in babası rolünde karşımıza çıkıyor. De Niro’yu izlemek her zamanki gibi keyif veriyor. 

Dans yarışması finalinde bir dansçının söylediği şu cümle filmin ruhunu çok güzel yansıtıyor. “ 5 puana neden bu kadar sevindiler ki?” Filmde asıl anlatılmak istenen de bu yani hayatı güzelleştiren küçük mutluluklar. Hayatta beklentilerinizi gerçekçi kurup, o uğurda çalışırsanız başkalarına küçük gelebilecek bir mutluluk sizin hayallerinizi gerçekleştirmiş olabilir. Küçük de olsa bir pencere bulup gün ışığına bakabilmek gibi. Filmde, Pat ve Tiffany kendi pencerelerini aralayıp gün ışığını içeri davet ediyorlar.
Umutla seyretmenizi dilerim.


Filmin Künyesi
Filmin Adı: Silver Linings Playbook
Yönetmen: David O. Russell
Senaryo: David O. Russell, Matthew Quick
Oyuncular: Bradley Cooper, Jennifer Lawrence, Robert De Niro
Süre: 122 dk.
Yapım: 2012 

21 Şubat 2013 Perşembe

4 luni, 3 saptamâni si 2 zile


           Romen yönetmen Mungiu, Altın Palmiye’li filmi “4 luni, 3 saptamâni si 2 zile” (4 months 3 weeks and 2 days) ile Doğu Avrupa sinemasını ileri taşıyan bir işe imza atmış.   
           Film, kürtajla bağlantılı bir hikâyeyi konu alıyor. Fakat sadece kürtaj filmi olmanın çok ötesinde bir bağlama sahip. Her şeyden önce iki genç kadının arkadaşlık ve dayanışma öyküsü bu, aynı zamanda bir dönemin politik ve ekonomik hallerinin insanları nasıl şekillendirdiğinin filmi de diyebiliriz. 
           Hikâye genel itibariyle, seksenli yılların Romanya’sında geçiyor. Kürtajın yasaklı olduğu yıllar, devlet eliyle ülke nüfusu artırılmaya çalışılıyor. Bizler de böyle bir panorama eşliğinde iki genç kadının gözüyle; sisteme, yasaklara, yokluğa, otoriteye bakıyoruz. Gördüklerimiz ise tahmin edileceği üzere hiç iç açıcı değil.

          Film boyunca; demir perdenin baskı mekanizmaları, işini bir robottan farksız yapan çalışanlar, kadın hakları meselesindeki büyük boşluk, sınıf ayrımı gibi pek çok can sıkıcı toplumsal meseleyi gördükçe bir karın ağrısıdır sürüp gidiyor. Mungiu, izleyeni rahatsız etmek istiyor ve bunu başarıyor. Özellikle Otilia(Anamaria Marinca) karakterinin kürtajı yapacak olan Bebe’nin(Vlad Ivanov) cinsel saldırısına uğradıktan sonra bir süre kameraya sırtını döndüğü sahne adeta rahatsız ediciliğin zirvesi niteliğe sahip. Otilia, size sırtını dönüyor çünkü yaşadığı çirkinlik tarif edilemez. Tarifsiz çirkinliğe bir şekilde katkıda bulunan, bu çirkinliğin sürdürülmesine yardım eden, ses çıkarmayan, kadınların yüzünü eğmelerine sebep olan herkes suçlu olduğu için izleyeni kendini sorgulamaya sevk eden bir sahne bu.  Otilia’nın başına gelen saldırı, bize toplumsal hafızamızdaki bütün çirkinlikleri hatırlatarak sinemanın ötesine geçen güçlü bir çığlık atıyor perdede. Bir diğer yandan, Kürtajdan sonra erkek arkadaşının evine yaptığı ziyarette konuşulanlar taşra ile şehrin çatışmasını yansıtıyor. Genç kadın, bu elitist baskı karşısında sessizce arkadaşı için endişeleniyor.
                                                          
            Mingiu, eleştirilerini filmin her karesine ustaca yedirmeyi bilmiş. Yönetmenin tavrını ve anlatımını beğendim. Filmde müzik kullanılmamış zaten akışın güzel ve süren bir ritmi var. Bu sebepten bir eksiklik hissi doğmuyor. Filmin oyunculukları da oldukça başarılı görünüyor. Özellikle Bebe karakteri uzun süre hatırlanacak bir performansla canlandırılmış. Anamaria Marinca da göz dolduran bir oyunculuk çıkarmış. Birde Laura Vasiliu var, o dupduru ifadesiyle filme katkısını sunmuş.
             İzlerken, geçtiğimiz yıl uzunca tartıştığımız kürtaj yasası da aklımdan eksik olmadı. Ne yazık ki kadının bedeni siyasetin konusu olmaktan bir türlü sıyrılamıyor. Oysa mesele öyle basit ki, “bizim bedenimiz bizim kararımız!” Bu kadar.
              Kararlarınızı her zaman kendiniz alabilmek için izleyin efendim. 



Filmin Künyesi
Filmin Adı: 4 luni, 3 saptamâni si 2 zile
Yönetmen: Cristian Mungiu
Senaryo: Cristian Mungiu
Oyuncular: Anamaria Marinca, Vlad Ivanov, Laura Vasiliu
Yapım: 2007
Süre: 113 dk.



7 Şubat 2013 Perşembe

Hiroshima Mon Amour


              Hiroshima Mon Amour, 1959 yılında çekilmiş sinema tarihinin unutulmaz yapımlarından biri. Yönetmen koltuğuna şu an 91 yaşında olan Alain Resnais oturmuş ve bizlere şiirsel bir başyapıt armağan etmiş.
                Film özetle Fransız aktris Elle’in (Emmanuelle Riva) savaştan sonra geldiği Hiroşima’da Japon bir mimarla yaşadığı tek gecelik aşkı konu alıyor. Elle de, Lui de(Eiji Okada) evli. Ortak özellikleri ise ikisinin de mutsuz ve yalnız olmasıdır.
                 Hiroshima Mon Amour, bizlere savaşın korkunç yüzünü hatırlatan belgesel tadındaki sahneler ile açılıyor. Ardından karakterlerin savaş, hayat ve aşk üzerine deneyimlerine dair kesik fakat keskin diyalogları ile ilerliyor. Yönetmenin hikâye anlatımı ve kamera kullanımı bir hayli başarılı öyle ki zaman zaman filmi bir fotoğraf sanatçısının portföyünden seçkileri izler gibi izleyebiliyorsunuz. Film müzikleri de müzik seçiminin ne kadar önemli bir konu olduğunun altını çiziyor. Müzikler takdir edilecek kadar güzel ve sahnelere doğru yedirilmiş. Filmde en çok genç Emanuelle Riva’nin bisikletiyle Nevers’te özgürce dolaştığı sahneyi sevdim. Bu sahnede doğa ve insanın birlikteliği yanında, bisikletli bir kadının özgürlüğe pedal çevirmesi ben de yoğun duygular uyandırdı. Bu sahne usta bir ressamın tablosu gibi olmuş.
              Hiroshima Mon Amour'daki aşka farklı ülkelerde yaşayan, farklı dilleri konuşan ve farklı yaşanmışlıklara sahip iki başka insan can veriyor. Onları birleştiren ise ne millet ne de bayrak sadece sahip oldukları aşk.  Ayrıca Lui’nin aksanlı Fransızcası ve Elle’in melankolik ses tonu filme apayrı bir fonetik özgünlük katmış. Elle bağırdıkça oturduğunuz yer değişebilir. Elle’in sesinin, o denli başarılı bir hissiyatı var. Bilhassa karakterlerin son diyaloğu bir hayli çarpıcı olmuş. 
                Beri yandan bu filmin şehirlerin başrolde olduğu filmlerden biri olduğu söylenebilir. Film boyunca Hiroşima manzaraları eşliğinde mistik bir yolculuğa çıkıyor, Hiroşima sokaklarında dolaşıp, barlarında içkinizi yudumluyorsunuz.
                   Filmin bir başka önemli özelliği de en son Amour filmindeki göz alıcı performansıyla hatırladığımız Emmanuelle Riva’nın ilk önemli rolü olmasıdır. Riva, performansıyla film boyunca ışıldıyor. Ayrıca gençlik yıllarında çok güzel bir kadın olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim. Kısa saçlı halleri ise bana biraz Jean Seberg’i anımsattı.
                     Uzun lafın kısası, Hiroshima Mon Amour yarım asrı devirmiş önemli bir başyapıt. Hala izlemediyseniz mutlaka listenize alın. Koltuklarınızdan en hissiyatlı siz ayrılın efendim.
                      Ekte, Emmanuelle Riva'nın filmle ilgili ingilizce altyazılı kısa bir röportajını ekliyorum.  http://www.youtube.com/watch?v=kRMaDYUh0s4



Filmin Künyesi
Filmin Adı: Hiroshima Mon Amour
Yönetmen: Alain Resnais
Senaryo: Marguerite Duras
Oyuncular: Emmanuelle Riva, Eiji Okada
Yapım: 1959


16 Ocak 2013 Çarşamba

Amour


            Geride bıraktığımız yılın kuşkusuz en başarılı işlerinden biri Amour idi. Daha film çekim aşamasında iken yönetmen koltuğunda Haneke’nin oturması ve dupduru oyunculuğuna her zaman hayran olduğum, Fransızların şahane aktrisi Isabelle Huppert’in de filmde yer alacak olması yeteri kadar heyecan vericiydi. Hal böyle olunca, Türkiye’deki ilk gösterimini yaptığı Filmekimi için saatlerce sıra beklememin açıklayıcı bir nedeni oluyor.
        Amour’u dün gece bir de Beyoğlu Sineması’nda izledim. Her başarılı film gibi bir kereden çok izlenmeyi hak ediyor. Haneke, bu filminde de ondan beklenildiği üzere yine rahatsız edici ve bir o kadar da kusursuz bir işe imza atmış.
                Film, bizi seksenli yaşlarında olan bir çiftin Paris’deki evlerine konuk ediyor. Bir anda kendimizi Georges(Jean-Louis Trintignant) ve Anne’nin (Emmanuelle Riva) özeli içinde buluyoruz. Filmin adına aldanıp, fikrimize idealize edilerek yerleştirilmiş türde bir “AŞK” ile karşılaşacağınızı düşündüğünüz takdirde kesinlikle yanılacağınız bir iş bu. Çünkü Haneke bizleri, revize ederek anlamını genişlettiği bir aşk tarifi ile baş başa bırakıyor. Bu tarife, hepimizin bildiği fakat iş, üzerine konuşmaya geldiğinde sınıfta kaldığımız ve karanlıkta bıraktığımız duyguları ekleyerek yapıyor bunu.
                Çiftin arasındaki ilişkinin geçmişteki derinliği, kimi kapatılamamış hesaplar, kırgınlıklar, bu hastalık ile tekrar su yüzüne çıkıyor. Georges’un, su içmemekte direndiği için Anne’e tokat atması geçmişten günümüze taşıdığı bir gömülü şiddet olabilir. Başka bir sahnede ise Anne Georges’a “ Bazen bir canavara dönüşebiliyorsun, ama çok naziksin!” dediğinde çiftin geçmiş meselelerine göz kırpıyor. Tabi bütün bunların ötesinde Georges’un Anne’e gerçek bir aşk ile bağlı olduğu yadsınamaz. Beni en çok etkileyen nokta ise Georges’un kendisi için değil Anne’in çektiği acılar yüzünden acı çekiyor olmasıydı. Hayatta sevdiklerimiz için çektiğimizi düşündüğümüz acılar dâhi çoğu zaman kendi bencil yaradılışımızdandır. 
               Haneke, bir iç mekan filmi olarak kurguladığı Amour’da ustalığını detaylardaki özen, başarılı senaryo yazımı ve eşsiz anlatım diliyle bir kez daha kanıtlamış. Öte yandan bir Schubert sever olduğu, bu filmden de anlaşılabilir. Film boyunca Schubert’in güzel müziğiyle biraz olsun okşuyor bizleri.
             Filmin oyuncu kadrosu ise tek kelimeyle müthiş. Haneke’nin sade ama sert anlatımına Emmanuelle Riva, Jean-Louis Trintignant ve Isabelle Huppert  yalın ve etkileyici oyun güçleri ile çok şey katıyorlar. Hiroshima, Mon Amour(1959) ile belleklerimize bir daha silinmemek üzere kazınan, şu anda seksen beş yaşında olan Emmanuelle Riva ayakta alkışlanası bir performans sergilemiş. Oscar için aday gösterildiği En İyi Aktris dalında bu yılki en güçlü isim olmakla beraber aynı zamanda ödülü en çok hak eden isim olduğu kanısındayım. Bu deneyimli oyuncu kadrosuna birde Fransız piyanist Alexandre Tharaud eşlik ediyor. Ayrıca filmin Cannes'dan "Altın Palmiye" ve Golden Globes'dan "Yabancı Dilde En İyi Film" ödülleri ile döndüğünü unutmamak lazım.
            Sonuç itibariyle, Haneke yine sert bir o kadar da inceliklerle dolu bir filmle karşımızda. Haneke filmleri, sizi her defasında hayata dair öyle bir  an içinde bırakır ki adeta size “Bakalım şimdi ne yapacaksınız?” diye sorar. Hatta kimi zaman, filmde iki kez yanlışlıkla çiftin evine giren güvercin pozisyonuna düşersiniz.
               İzlenmesi gereken, göz kamaştırıcı sadelikte ve usta bir sinema güzellemesi. Sinema salonundan en rahatsız siz ayrılın efendim!


Filmin Künyesi
Filmin Adı: Amour
Yönetmen: Michael Haneke
Senaryo: Michael Haneke
Oyuncular: Jean-Louis Trintignant,  Emmanuelle Riva, Isabelle Huppert 
Yapım: 2012



13 Ocak 2013 Pazar

Alice Doesn’t Live Here Anymore



         Alice Doesn’t Live Here Anymore, yönetmeni Martin Scorsese’nin filmografisinde ayrıksı bir yere sahip, 1974 yapımı bir kadın filmi.
                                                    
          Film, sinema tarihinin masalsı filmlerinden Oz Büyücüsü’ne(1939)[1] nostaljik bir gönderme ile başlıyor. Alice (Ellen Burstyn) küçük bir kız çocuğuyken yaşadığı Monterey’de “You’ll Never Know” şarkısını söyleyerek selamlıyor bizleri. Tıpkı Oz Büyücüsü’ndeki Dorothy’nin şarkı söylediği sahnede olduğu gibi. Bir başka benzerlik ise film boyunca her iki karakterin de evlerinden uzakta olmalarıdır.
           Alice otuz beş yaşında evli ve bir çocuk annesi çalışmayan bir kadındır. Bir gün beklenmedik bir şey olur ve kocasının öldüğü haberini alır. Bu durum, alice ve oğlu Tommy’nin (Alfred Lutter) hayatlarında yeni bir sayfa açılacağının işaretidir. Eşinin vefatı üzerine Alice oğlunu da yanına alıp, şarkı söyleyebileceği bir iş bulabilmek için arabasına atlar ve yeni bir hayata doğru yola çıkar. Elbette hiçbir şey kolay olmayacaktır. Bu aşamadan sonra erkek toplumunun nezdinde dul bir kadın olan Alice’in ayakta kalma mücadelesi başlar.
        Filmdeki performansı Ellen Burstyn’a 1974 yılı En İyi Kadın Oyuncu Oscar’ını kazandırır. Filmde Alice’in oğlunu canlandıran Alfred Lutter’in performansı da gerçekten çok başarılı. Ayrıca yardımcı rollerde iki sürpriz isim Ellen Burstyn’a yardım ediyor: “Ben” rolünde Harvey Keitel ve Tommy’nin kız arkadaşı “Audrey” rolünde göz kamaştırıcı performansıyla henüz on iki yaşında olan Jodie Foster. Martin Scorsese, Jodie Foster’ın performansını çok beğenmiş olacak ki iki yıl sonra çekeceği ve sinema tarihinin unutulmazları arasına girecek olan “Taxi Driver (1976)”[2] filminde “Iris” rolünü yine ona verecektir.
Film aynı zamanda bir yol filmi olarak da değerlendirilebilir. Bu yönüyle de bana Thelma&Lousie (1991)[3] filmini hatırlattı.
        Benim için keyifli bir seyir oldu. Bir kadın olarak Alice için kimi zaman üzüldüm, kimi zaman onu eleştirdim (Eleştiri, yönetmenin bazı yerlerde hissettirdiği “kadın”ları, bir erkeğin varlığı ve desteği olmadan konumlandıramıyor oluşu için), kimi zaman da ikimiz arasında ortaklıklar buldum. İzlenebilir, sıcak ve yalın bir film. Keyifli seyirler.
                                                         



Filmin Künyesi
Filmin Adı: Alice Doesn't Live Here Anymore
Yönetmen: Martin Scorsese
Oyuncular: Ellen Burstyn, Kris Kristofferson, Alfred Lutter, Harvey Keitel, Jodie Foster
Yapım: 1974
Süre: 107 dk

http://www.imdb.com/title/tt0071115/




12 Ocak 2013 Cumartesi

It's a Wonderful Life


              Frank Capra’nın 1946 yapımı bu siyah beyaz noel filmi alışageldiğimiz noel filmlerinden biraz farklı. Filmimiz bize umudunu kaybetmiş bir adamın hikayesini anlatıyor. Bu adam George Bailey (James Stewart) adında babasının işini sürdüren ve hayatı boyunca doğduğu yer olan Redford Falls’dan hiç ayrılmamış dışardan son derece “sıradan” görünen ve bu sıradanlığı umutsuzlukla kesişen bir aile babası.
              Capra, filmin bu olağan gidişine cennette George hakkında konuşan iki meleği dahil ederek eğlenceli ve fantastik bir öge katıyor. Kanadı olmayan Clarence (Henry Travers) adlı bir melek kanatlarına kavuşmak şartıyla noel arifesindeki bu umutsuz adama umut vermekle görevlendiriliyor. Görev sayesinde bizler de meleğin gözünden George’un hayatındaki önemli noktaları izlemeye başlıyoruz.
                                         
             Yönetmenin hikaye anlatımı son derece güzel fakat 130 dakikalık süre biraz uzun kalmış gibi duruyor. James Stewart ise oyunculuk kabiliyetinin parlaklığı ile filmin izlenilebilirliğini artırıyor.
             Hikayenin kalbindeki ana nokta sahip olduğumuz yaşamların aslında o hep hayalini kurduğumuz “öteki hayat”lardan daha kötü olmadığı fikri üzerinde şekilleniyor. Melek, George’un bütün ümidini kaybettiği ve son çare olarak intiharı gördüğü anda onu hiç doğmamış ve dolayısıyla hiç yaşamamış olduğu Bedford’la tanıştırıyor. George bu hiç var olmadığı Bedford’da hiçbir şeyin güzel gitmediğini ve aslında oradaki insanların hayatına dokunarak, onların yaşamının bir parçası olarak çok şey var etmiş olduğunu görüyor. Melek George’a kaybettiği umudu geri verirken kendi de kanatlarına kavuşuyor.
              Finalde, sahip olduğu hayatın “harika bir hayat” olduğunu anlamış olan yeni George umutla ailesine ve onu sevenlerine sarılıyor. Bu umutlu finali izlerken benim de yüzümde bir tebessüm oluştu, zaman zaman durup sahip olduklarımız için teşekkür etmemiz gerektiğini hatırlayarak.
             Bu filmi sevdiklerinizle izleyin ve bütün umutsuzlara önerin, lütfen. Keyifli seyirler!




Filmin Künyesi
Filmin Adı: It's a Wonderful Life
Yönetmen: Frank Capra
Oyuncular: James Stewart, Donna Reed, Lionel Barrymore, Thomas Mitchell
Yapım: 1946
Süre: 130 dk 

http://www.imdb.com/title/tt0038650/