2 Ağustos 2015 Pazar

Victoria


Victoria, Alman oyuncu ve yönetmen Sebastian Schipper’ın Berlin’den üç ödülle dönen ve aldığı övgüleri fazlasıyla hak eden bir film. Schipper’ın dördüncü yönetmenlik denemesi olan Victoria artık yönetmenin olgunlaşmaya başlamış bir sinemaya sahip olduğunun da kanıtı.


Victoria genel hatları ile Madrid’den Berlin’e yeni taşınmış genç bir kadının "yabancı" olduğu bir şehirde hayatta kalma mücadelesi olarak okunabilir. Victoria (Laia Costa) bir gece Berlin kulüplerinden birine gider ve orada dört genç adam ile yollarının kesişmesi onu gün ağarana dek sürecek beklenmedik bir o kadar da tehlikeli maceralar silsilesi ile karşı karşıya bırakacaktır.


Filmi benzerlerinden ayıran en önemli özelliği baştan sona plan sekans tekniği ile çekilmesi. 140 dakikalık bu tek planlı filmde yönetmen gayesini “Bu bir banka soygunu filmi değil. Bu bir banka soygunu.” diyerek açıklıyor. Victoria çekim tekniği ile seyircisine bir soygunun kronolojisini sunarken aynı zamanda berrak bir gerçeklik vaat ediyor.



Şimdiye dek Orson Welles’ten Aleksandr Sokurov’a Jean Luc Godard’dan Andrei Tarkovsky’e sinema tarihinin farklı dönem ve türlerinin en önemli yönetmenleri, filmlerinin tamamında veya bir bölümünde etkileyici anlatılar yaratmak için plan sekans yöntemine başvurdu. Schipper da Victoria filmiyle bu geleneğe dâhil olurken sinema tarihine etkileyici bir başka örnek armağan ediyor.


Genç kadın aslında sadece bir yere, bir gruba ait olmak istiyor. Onun serüvenine eşlik edecek birlikte bu yeni şehri keşfedip eğlenebileceği birilerine ihtiyacı var. Fakat karşısına çıkan grup Victoria’nın beklentilerini düşündüğünden çok başka bir yere taşıyor. Filmdeki iki sahneyi bilhassa önemsedim. Bunlardan ilki “yabancı” bir binanın çatısına çıkan kahramanlarımız içki içip fısıldaşarak konuşurken Victoria’nın bir anda çatının en ucuna gidip, oraya oturarak Sonne’ye (Frederick Lau) “Atlamak ister misin?” diye sorması. Bu üç kelimelik kısa soru aslında tüm filmi özetler gibi. Öyle ki, “kız kardeş” diyerek aralarına aldıkları genç bir kadınla bu dört gencin de yaptığı tam olarak budur, yüksek bir binadan sonlarını düşünmeksizin boşluğa atlamak.


Bir diğer etkileyici an ise Victoria’nın çalıştığı kafede Sonne ile yalnız kaldıkları sahne. Bu sahne ile genç kadının dünyasına daha yakından bakma şansı buluyoruz. Piyano başında başlayan ve Victoria’nın Mephisto Waltz yorumu ile renklenen sahne, genç kadının konservatuvar yıllarından süre gelen yalnızlık, rekabet ve yeni başlangıçlarla dolu hayatta kalma savaşını naif bir içtenlikle dışa vuruyor.


Schipper’ın Victoria’sını özel kılan yönlerden biri de hikâyesini, yarattığı hayli gerçek atmosfer içinde suç psikolojisini tüm aşamaları ile etkileyicilikten neredeyse hiç kopmadan anlatması. Ayrıca kullandığı başarılı sinema diline adeta can simidi olarak konumlandırdığı müzik de eklenince tadından yenmeyen bir sinema ayini yaşanıyor. Schipper filmine dâhil ettiği her ögeden sonuna kadar faydalanmayı biliyor. Filmin her ögesi birbirini o kadar güçlü besliyor ve bütünde ortaya öyle başarılı bir iş çıkıyor ki, iki kaçağın (şüpheli bir durum olduğundan daha açık bir şey yokken) otelde sorgusuz sualsiz oda tutabilmeleri gibi bazı ufak tefek çelişkili yerleri görmezden gelebiliyorsunuz.


Filmin başrolü Laia Costa’nın, suç mahalline yanlışlıkla düşmüş Disney karakterlerini andıran halleri filmin samimiyetini artırıyor. Costa görevini layıkıyla yerine getirmiş. Sokak çetesinin görece centilmen üyeleri de Costa’yla uyumlu bir birliktelik oluşturuyor. Filmin önemli rollerinden biri Türk oyuncu Burak Yiğit’e emanet edilmiş.


Victoria kesinlikle heyecan verici bir sinema deneyimi, mutlaka izlenmeli. Sinemanın uçsuz bucaksız gücüne hayranlıkla.


Filmin Notu 8.5/10

Filmin Künyesi
Filmin Adı: Victoria
Yönetmen: Sebastian Schipper
Senaryo: Sebastian Schipper, Olivia Neergaard-Holm, Eike Frederik Schulz
Oyuncular: Laia Costa, Frederick Lau, Franz Rogowski, Burak Yiğit, Max Mauff
Yapım: 2015

13 Temmuz 2015 Pazartesi

Anayurt Oteli


Ömer Kavur’un 1987 yılında Yusuf Atılgan’ın aynı adlı romanından senaryolaştırarak çektiği filmi Anayurt Oteli, Türk Sineması’nın tereddütsüz en önemli başyapıtlarından biri olmakla beraber zamanının da ötesinde bir film.
Anayurt Oteli, Anadolu’nun sakin bir beldesinde (Nazilli) otel işletmeciliği yapan ıssız ruhlu Zebercet’in (Macit Koper) öyküsü. Fakat filmin esas öyküsü bu tek cümlelik özetin fersah fersah ötesinde bir derinliğe sahip.
Anayurt Oteli her şeyden önce; 12 Eylül sonrasının hissizleştirdiği, dünyadan, toplumdan, çevreden elini eteğini çekmek durumunda bıraktığı yeni tip vatandaşın ve o insanların yaşadığı taşra yalnızlığının öyküsü. Filmin her karesinde değişen toplum normlarının, çıkar güdüsüyle işleyen insan ilişkilerinin ayak izlerine rastlanır. Kavur, bu değişime getirdiği incecik kritiği derin bir düşünsel alt zeminle izleyenle paylaşır.
Anayurt Oteli’nin her saniyesi Yusuf Atılgan’ı görüntüler eşliğinde okumak gibi. Kavur sanatların iç içe olma halini ve birbirlerini besleme özelliklerini ustaca kullanmış. Her kare, cümle, çekim ve mekan bir edebi eserden alınan zevki veriyor.
Zebercet, Anayurt Oteli’nin idarecisi, 7 aylık doğmuş sanki anne karnında dahi istenmemiş 40 yıllık yalnız bir adamdır. Henüz çocukken annesini kaybetmiş, okulu orta ikiden bırakmış. Okuldan ayrılınca bir süre aylaklık derken askerden sonra babasının yerine geçip Anayurt Oteli'ni işletmeye başlamış. Tıpkı işi gibi bir nevi babasının hayatını da devralmış. Sinemamızda derinlikli karakter incelemelerinin ve erkek melodramlarının ilk örneklerinden. 


Film, Saide karakterinin ekranda belirip seyredenin (Zebercet’e) yüzüne “Bir odanız var mı?” diye sormasıyla açılıyor. Böylece daha ilk andan karşı karşıya kalınacak ruhsal çözümlemeler silsilesinin fitili ateşlenmiş oluyor. Sahi kadın gerçekte neyi kast ediyor? Otelde bir oda mı asıl sorduğu; yoksa yaşamda bir yer, tutunacak bir insan, bir nefes, herhangi bir aidiyet biçimi midir bahsettiği? Zebercet Saide’de ne bulmuştur? Annesiyle aynı adı taşıması mıdır bu yakınlığı inşa eden? (Kavur, sık sık freudyen göndermelere başvuruyor.)
Anayurt Oteli, bu sorunun  tüm gerçekliği ve doğrudanlığı ile hem Zebercet’i hem de 80’lerin yeni model insanını karanlık ve yalnız bir sorgulamaya itiyor. Zebercet’e başlarda otel işlerinde yardım eden ortalıkçı kadın (Serra Yılmaz) bir başka karanlık meselesi filmin. Adı dahi geçmeyen, Zebercet’e “Ağam” diye hitap eden, susan, kabul eden, ağasının erkek duyguları depreşince tacize uğrayan, muhtemelen yaşadığı cinsel ve duygusal istismar sebebiyle bir savunma mekanizması olarak geliştirdiği her fırsatta uyuyan ve silikleşerek yok olan kadın hemen her yerel öykünün doğuştan “öteki” yaptığı isimsiz bir başka karakter. Anayurt Oteli’nin ötekisi. Zebercet, Saide’nin otelden ayrılmasından sonra iyice içine kapanıp onu köyüne gönderir. O zaten hiç olmamıştır orada.


Pek çok kez Camus’nun Yabancı’sı ile kesişen noktaları olan Anayurt Oteli aynı zamanda “bulantı”nın filmidir. Zebercet hayatının her anında üzerinde kayıtsız, edilgen, ıssız bir eksik kimlik taşımıştır. Zebercet bir yerde “Benim adımda kimse kalmadı otelde.” der. Ömrünün hiçbir yerinde yakınlık duygusunu tatmamış kendine bırakılmış bir adamdır o. Ne ait olmuş ne de ait hissetmiştir. Bilincinin arka odasında taşıdığı cüretkar arzular, iktidar sorunuyla ilgili şiddet eğilimi, yaşayamadığı ve gönlünce hissedemediği her duygu, onu varoluşuna gittikçe daha çok uzaklaştırır. Kavur her sahnede bu yabancılaşmayı ustalıklı bir sinema diliyle anlatmayı başarıyor. Filmdeki her detay her diyalog kökleşmiş bulantıya ayna tutmak için orada.
Zebercet için Anayurt Oteli hem iş hem ev hem de hayattır. Otel onun eşi, çocuğu, arkadaşı, aşığı iken Saide bu hastalıklı bağlılığı alt üst eder. Artık her şey Saide’dir. Onun yokluğu hiçlikle eş değerdir. Saide bir gün gider ve bu gidiş Zebercet için sonun başlangıcı olur. Annesi de böyle gitmiştir haber vermeden. Zebercet duyduğu derin özgürlük duygusu içinde tüm yabancılarla konuşur sanki “dayanılacak gibi değil bu özgürlük” diye haykırarak. Giden bir türlü gelmez ve Zebercet yükünü omuzlarından atmanın hafifliğine teslim olur.



Filmin oyunculuklarına gelecek olursak Macit Koper Zebercet rolünde lekesiz bir oyunla mükemmele yaklaşıyor. Yan rollerde Serra Yılmaz, Şahika Tekand, Orhan Çağman gibi birbirinden başarılı oyuncular var. Sırf bu kadro bile Anayurt Oteli’ni özel yapmaya yetecek nedenlerden biri.
Anayurt Oteli; hakkında çok şey söylenebilecek, hayli derin ve yetkin bir Türk filmi. Sinemamızın parlayan işlerinden. Mutlaka izlenmeli.
Filmin Notu 9/10


Filmin Künyesi
Filmin Adı: Anayurt Oteli
Yönetmen: Ömer Kavur
Senaryo: Yusuf Atılgan (roman), Ömer Kavur
Oyuncular: Macit Koper, Şahika Tekand, Serra Yılmaz, Orhan Çağman
Yapım: 1987

7 Temmuz 2015 Salı

Kuzu


Aya Seyahat, İki Genç Kız, Lola ve Bilidikid gibi cesur ve ses getiren filmlerin yönetmeni Kutluğ Ataman, Altın Portakal kazandığı son filmi Kuzu’da bizleri yine Erzincan’ın bir köyüne götürüyor.


Ataman’ın son filmini, oğlu Mert’in (Mert Taştan) sünnet (aile, millet ve devlet görevi olarak addedilen ve erkekliğe geçişi müjdeleyen kutsal faaliyet!) törenini yapabilmek için bir kuzu kesmek isteyen Medine’nin (Nesrin Cavadzade) kocası ve köy ahalisi ile cebelleşmesinin hikayesi olarak alternatif bir köy öyküsü gözüyle okuyabiliriz.



Kuzu; anne karakteri Medine, ailenin kızı Vicdan (Sıla Lara Cantürk) ve şarkıcı Safiye (Nursel Köse) karakterleriyle aslında kadınların söz hakkını elinde tuttuğu bir film olmuş. Filmdeki her kadın ne istediğini bilen, güçlü, yer yer alaycı ve ayrıksı. Bu kadınlar Ataman’ın fantastik dünyasında adeta Patriyarka’nın çemberini kırıyor. Öyle ki kocası tarafından aldatıldığını öğrenen Medine, köy kahvesini basıp bunu bildiği halde kocasına faizle borç veren muhtara (Güven Kıraç) “Farz et ki aynı boku ben yedim. Beni bu köyde barındırır mıydınız?” diye kafa tutabiliyor. Bunun yanında aldatan ve aldatılan kadının birbirlerine destek olmaları erkek egemen sistemin kadınları birbirine düşman eden kin yaratıcı çarklarına güzel bir seçenekti.


Ataman, Kuzu’da aç gözlü muhtar, alkolik sünnetçi, yalancı ve aldatan fakat namus bekçisi koca gibi karikatürize erkek karakterleri kapalı toplumlardaki el alem ne der korkusu ile bilindik tema ve karakterleri, içine dozunda bir mizah unsuru katarak işliyor.

Yan rollerde Şerif Sezer, Taner Birsel, Güven Kıraç başta olmak üzere Türk Sineması’nın en önemli karakter oyuncuları filmi yukarı çekiyorlar. Küçük oyuncular da oldukça başarılı ve inandırıcı. Mert Taştan’ın bakışları hafızalarda bir süre yer edebilir.



Kuzu, olağan bir hikayeyi olağan bir sinema diliyle anlatıyor bu yönüyle Kutluğ Ataman’ın filmografisini öteye taşıma konusunda başarılı olduğunu düşünmüyorum. Belki “yılın en iyi Türk filmi” değil fakat izlenebilir bir film.


Filmin Notu 6 / 10


Filmin Künyesi
Filmin Adı: Kuzu
Yönetmen: Kutluğ Ataman
Senaryo: Kutluğ Ataman
Oyuncular: Nesrin Cavadzade, Cahit Gök, Mert Taştan, Nursel Köse, Sıla Lara Cantürk
Yapım: 2014

2 Temmuz 2015 Perşembe

Plemya


Plemya vizyon ismiyle Kabile, Ukrayna’lı yönetmen Miroslav Slaboshpitsky’nin senaryosunu yazıp yönettiği ilk uzun metrajlı filmi. Kabile, yatılı bir işitme engelliler okuluna yeni çocuğun gelmesiyle gelişen olayları konu alıyor. Fakat bu defa sinemanın en bilinen öykülerinden biri olan okula gelen yeni çocuk konseptinin oldukça sert bir uyarlaması ile karşı karşıyayız.
Filmde tek bir diyalog veya alt yazı yok. Bu seçim izleyeni filmdeki çıplak ilkelliğe çağırıyor. Seyircinin her an aktif olduğu bir anlatımı var filmin. Senaryoyu yönetmenle birlikte bir taraftan da izleyen oluşturuyor, kendi diyaloglarını kendi yazıyor. Film adeta bir korku ütopyası tarifi gibi. Öyle ki henüz 18 yaşında dahi olmayan onlarca “çocuk” şiddetin sıradanlaştığı, gri ve kasvetli bir dünyada ölüm kalım savaşı veriyor.


Kabile’de ne yana dönsen farklı bir keşmekeşle yüzleşiyorsun. Çocuk yaştaki seks işçileri, sokak çeteleri, saf kötüler, yalnız ve kaderine terk edilmiş çocuklar hikayenin olağan kalabalığını oluşturuyor. Filmdeki renk ve mekan kullanımı da metnin dünyasını destekliyor. Ukrayna’nın ekonomik dar boğazı ile filmdeki mekanlar paralellik gösteriyor.

Kabile düzeninde adalet bizzat insanlar eliyle veriliyor. Sistem, vahşi ve ilkel bir öz yargı anlayışı geliştirmiş. Bunun yanında rastlantısal da olsa kötü yine talihsizce kötülüğü buluyor. Şiddet ve trajedi karakterlerin günlük rutini dışında düşünülemeyecek kavramlar. Pezevenk karakterinin tır şoförleriyle "iş" yaptıktan sonra yine o tırlardan birinin altında kalarak ölmesi Kabile’de adaletin nasıl işlediğinin berrak bir örneği. 


Filmin önemli konularından biri de “kadın” olma hali. Öyle ki hangi sistemde, hangi coğrafyada, hangi koşullar altında olunduğu fark etmeksizin kadının yine iki kez sömürüldüğü var olan yozlaşma ve yoksunluktan iki kez etkilendiği bir düzen var. Kabile’nin ana karakteri her ne kadar bir erkek gibi görünse de aslında onun aşık olduğu genç kız ve arkadaşı bir başka önemli odak noktası. Özellikle anestezisiz ev kürtajı sahnesi, kadın olmanın her adımı mücadele gerektiren yapısına işaret ediyor.

Kabile’nin ikinci kısmında konu kadın odaklı bir anlatıma döner gibi olsa da yönetmen kürtaj sahnesinden sonra meseleden uzaklaşıyor ve yine şiddet sorunsalını merkeze alıyor. Şiddet hikayenin odakları değişse de filmin her an merkezinde. Bir de şiddetin öğrenilmesi, sıradanlaşması ve aktarılması var. Sistem, şiddet olgusunu ona değmeyen tek bir insan kalmayana kadar bir virüs gibi yayıyor. En sakin ve görece “naif” olan ana karakter bulduğu ilk fırsatta zihinsel engelli çocuğa şiddet uygularken onunla sevişmeyi reddeden genç kıza tecavüz ediyor.


Final ise şiddetin hat safhaya eriştiği pornografik bir patlama anına dönüşüyor. Kabile’nin bütün olarak öylesine sert fakat inandırıcı bir gerçekliği var ki 130 dakikalık süresi ve diyalogsuz anlatımına rağmen seyirciye ulaşmayı başarıyor. Bu noktada filmdeki oyuncuların da tamamen amatör isimlerden seçildiğini belirtmek lazım. Bu tercih de Kabile’nin rahatsız edici inandırıcılığını güçlendiriyor.

Kabile yönetmeni Miroslav Slaboshpitsky’nin ilk uzun metrajlı işi olarak bir hayli başarılı. Sert filmlere aşina seyirciye şiddetle tavsiye ediyorum.

Filmin Notu 8/10


Filmin Künyesi

Filmin Adı: Plemya
Yönetmen: Miroslav Slaboshpitsky
Senaryo: Miroslav Slaboshpitsky
Oyuncular: Grigoriy Fesenko, Yana Novikova, Rosa Babiy
Yapım: 2014

10 Haziran 2015 Çarşamba

Saint Laurent

Yves Saint Laurent, 20. Yüzyılın Fransız moda dâhisi gerek döneminin ötesindeki zamansız ve zevk sahibi tasarımları gerekse özel yaşamı ile sıklıkla beyazperdede izlediğimiz ve izleyeceğimiz bir isim.

Son YSL çalışması Fransız yönetmen Bertrand Bonello imzalı 2014 yapımı Saint Laurent filmi oldu. Film, Laurent’in kariyerinin en parlak dönemi olan 1967-1976 yıllarına odaklanıyor. Bonello, iki buçuk saatle bir hayli uzun tuttuğu filminde Laurent’in iş ve özel yaşamındaki kırılma noktalarını paralel bir biçimde büyük ekrana taşımış.

Filmde Yves Saint Laurent dünyasına dair hemen her şey sinemanın görsel zenginliği ile sunuluyor. Laurent dünyasının olmazsa olmazları moda kreasyonları, modeller, Paris, şampanyalar, partiler, aşk, seks, uyuşturucu fazlasıyla mevcut Bonello’nun Saint Lauren yorumunda.

Bonello, modacının kariyerinin en parlak olduğu dönemi merkezine aldığı filminde zaman zaman filmine Laurent’ın annesini dahil ederek zaman zaman yaşamının son dönemlerine giderek izleyenin karakterin hayat çizgisini kuş bakışı olarak yakalayabilmesine olanak tanıyor.


Filmde Yves Saint Laurent’e yakışacak cinsten bir renk kullanımı var. Detaylar ve anlatım çok ince ve zevkli. Özellikle ekranın kolajlar halinde kesildiği defile sahnesi, Paris’te dünya siyasetine yön vermiş 68 Hareketi yaşanırken Saint Laurent’in modada gerçekleştirdiklerinin ekranın kesilerek birlikte görüldüğü sahneler görsel açıdan oldukça etkileyiciydi.

Filmde sanatın farklı dallarına dair leziz detaylar var. Bunlar içinde moda fotoğrafçılığının en önemli isimlerinden Helmut Newton’un Vogue’un Paris basımı için çektiği ünlü "Le Smoking" fotoğrafının çekilme anını Yves Saint Laurent perspektifinden izlemek heyecan vericiydi. Bu sahnede fotoğraflanan modellerden biri Yves Saint Laurent tasarımı maskülen bir takımla diğeri ise sadece çıplak teni ile oradadır. Akla Lauren’in ünlü sözü gelir “Bir kadının giyebileceği en güzel giysi, sevdiği adamın kollarıdır. O mutluluğa erişemeyenler içinse ben varım.” Fotoğraf sanki her yönüyle bu sözü anlatır.


Oyunculuklara gelince filmde unutulmaz modacıya Fransız aktör Gaspard Ulliel hayat veriyor. Ulliel, aşırıya kaçmayan oyunculuğu ile parlamıyor fakat inandırıcı ve kabul edilebilir bir kompozisyon çiziyor. Yves Saint Laurent’in hayat arkadaşı aynı zamanda iş ortağı olmuş hayatının en önemli ismi Pierre Bergé rolünü başarılı ve tecrübeli oyuncu Jérémie Renier üstlenmiş. Reiner her zamanki gibi bu rolde de iyi iş çıkarıyor. Laurent’in hayatındaki diğer iki önemli figür Loulou de la Falaise ve Betty Catroux karakterleri için "Mavi En Sıcak Renktir" gibi pek çok başarılı yapımla adını tüm dünyaya duyuran ve yeteneğini kanıtlamış güzel aktris Léa Seydoux ve model /oyuncu Aymeline Valade harika seçimler olmuş.


Uzun süresine ve fark yaratmayan anlatımına rağmen genel itibariyle barındırdığı hoş detaylar için şans verilebilecek bir film olmuş Saint Laurent. Dönem filmi sevenler ve moda tutkunlarının izlemesini tavsiye edebileceğim yaz kokteyli tadında bir biyografi.

Filmin Notu 6/10

Filmin Künyesi
Filmin Adı:
Saint Laurent
Yönetmen:
Bertrand Bonello
Senaryo:
Thomas Bidegain, Bertrand Bonello
Oyuncular:
Gaspard Ulliel, Jérémie Renier, Louis Garrel, Léa Seydoux,             Aymeline Valade, Amira Casar
Yapım: 2014

9 Nisan 2015 Perşembe

İdil Biret: Bir Harika Çocuğun Portresi



Bu yıl 34. yaşını kutlayan Uluslararası İstanbul Film Festivali kapsamında gösterilen en özel yapımlardan biri genç yönetmen Eytan İpeker'in yedi yılı aşkın bir süredir çalışmalarını yürüttüğü ve nihayet tamamladığı müzik dahimiz İdil Biret'in hayatını ve sanat yaşamını konu alan belgeseliydi.


Eğitimini Amerika'da tamamlayan İpeker, 56 dakikalık bu belgeseli ile uzun soluklu çabasının sonucunda çok önemli bir esere imza atmış. İdil Biret: Bir Harika Çocuğun Portresi filmi ile, Biret'in çocukluğundan Paris'teki eğitim yıllarına, dönemin radyo kayıtlarından kendisiyle yapılan röportajlara, konserlerinden özel yaşamına kadar bir dahinin hayatına tadımlık da olsa şahit olabiliyorsunuz. Tadımlık diyorum çünkü bu eşsiz kadını izlerken belgeselin hiç bitmemesini diliyor insan ve elbette 56 dakika eksik kalıyor.


1941 yılında Ankara'da doğan İdil Biret'in, henüz beş yaşındayken İsmet İnönü tarafından dinlenince hayatı değişir. Öyle bir dehadır ki adına mecliste İdil Kanunu çıkarılır ve özel olarak eğitilebilmesi için devlet desteğiyle Paris'e gönderilir. Belgeselde meclisteki siyasilerin küçük İdil hakkında yaptıkları yorumlara rastlamak da mümkün. Yorumlardan genç cumhuriyetin sanata yaklaşımını değerlendirebilirsiniz. Benim özellikle aklımda kalan birtakım siyasilerin yaptığı "Kız çocuğuna güven olmaz. Evlenir her şeyi bırakır bütün çabalar boşa çıkar." yorumları oldu. Bu noktada en önemli karar merci olan İsmet İnönü'nün vizyonerliği, sanata verdiği değer ve yaklaşımı takdir ve büyük bir saygıyla anılmalı. 

Belgeselde, pek çok önemli müzisyenin hocası olmuş Fransız Nadia Boulanger'in önce "Çocukları eğitmiyorum." diyerek reddettiği küçük İdil'i görür görmez fikrini değiştirip eğitmenliğini yapmayı kabul etmesi, 20. yüzyılın en önemli piyanistlerinden kabul edilen Alman Wilhelm Kempff'in henüz 11 yaşında iken İdil Biret ile birlikte konser vermesi ve ömrü boyunca Biret'i en kıymetli öğrencisi olarak anması, Polonyalı bir başka büyük piyanist Arthur Rubinstein'in "Çalışını ilk duyduğumda gözlerimden yaş geldi." deyişi, İdil Biret'in çalışma disiplini, kedilere duyduğu derin sevgi gibi pek çok unutulmaz detay var.

İdil Biret: Bir Harika Çocuğun Portresi uzun zamandır yapılması gereken bir işti. Eytan İpeker bu işe kalkışmış ve ortaya başarıyla kotarılmış bir belgesel çıkararak tarihe not düşmüş. Tavsiye edeceğim değerli bir film.


Filmin Notu 8/10

Filmin Künyesi
Filmin Adı:
İdil Biret: Bir Harika Çocuğun Portresi
Yönetmen:
Eytan İpeker
Oyuncular:
İdil Biret, Şefik Büyükyüksel, Claude Samuel, Dominique Xardel, Michel Devos, Antoni Wit, Günter Appenheimer, Filiz Ali, Nevit Kodallı, Özden Toker İnönü, Remy Stricker, Dominique Merlet, Irene Kempff, Ayla Erduran, Suna Kan
Yapım:
2015
Fotoğraflar İdil Biret’in resmi web sitesindeki galeriden alınmıştır.  http://www.idilbiret.eu/tr/

25 Mart 2015 Çarşamba

3 Women


Robert Altman, Amerikan sineması içinde belki de en ayrıksı yönetmenlerden biri. Her filminde yepyeni bir dünya yaratmayı başarırken alışılagelmiş Hollywood klişelerine karşı da mesafeli durmuş bir isim. Amerikan sinemasının başına gelen en iyi birkaç isimden biri.

3 Women, Robert Altman’ın zengin filmografisi içinde feminizme göz kırptığı, az bilinen klasiklerinden. 77 yapımı film adından da anlaşılacağı üzere üç kadının kesişen öyküsünü anlatıyor. Altman’ın erkek bir yönetmen olarak bu filmde oldukça zor bir işe kalkıştığını söylemeli. 

Filmin karakterleri Millie (Shelley Duvall), Pinky (Sissy Spacek) ve Villie (Janice Rule) toplumdan izole hayatlar süren, yalnız ve içe dönük farklı yaşlardaki kadınlar. Hikâyemiz yaşadığı yerden ayrılıp California çöllerindeki bir kaplıcaya çalışmaya gelen genç ve çekingen bir kadın olan Pİnky ile tanışmamızla başlıyor. Pinky, yabancısı olduğu bu yerde kimseyi tanımaz. Çalıştığı kaplıcada adaptasyon sürecine yardımcı olması için tanıştığı Millie ile kuracağı ilişki her iki kadın için de hayatlarının akışını değiştirecektir.

Millie, Pinky’nin aksine başta son derece ince ruhlu, meraklı, dışa dönük bir kadın gibi görünür. Fakat akış içinde insanlarla ilişki kurabilmek için gösterdiği tüm çabanın sonuçsuz kaldığını görürüz. Millie arzu ettiğinin aksine hiç kimse tarafından ciddiye alınmaz. Kimse tarafından dinlenmediğinden olsa gerek içini her gün yazdığı günlüğüne döker.


Millie’nin ev arkadaşı taşınınca onun yerini Pinky alır. İlk andan itibaren Pinky ve Millie arasında alışılmışın dışında bir ilişki olacağı sezilir. Hikâyenin üçüncü kadını olan Villie ile Pinky’nin Millie’ye taşınmasıyla tanışırız. Hamile olan Villie ise ilgisiz ve bulduğu her fırsatta onu aldatan eş figürü Edgar (Robert Fortier)  ile beraberdir. Villie neredeyse hiç konuşmaz. Sahip oldukları evin büyük havuzu başta olmak üzere bulduğu her yere resim yapmakla meşguldür. Villie’nin yaptığı insanın ilkel doğasına, cinselliğine, cinsiyet temelli iktidar ilişkilerine göndermeler yapan bu resimler, filmin görsel estetiğinin oluşmasına da önemli bir katkı sağlıyor. 

Filmde bu üç kadını bir araya getiren iki olgu: ev ve Edgar. Edgar karakteri erkeklerin bir fonksiyonunun olmadığı 3 Women dünyasında görünür olan tek erkek karakter. Elbette beraberinde sorunlar getiren ve o dünyada olamaması gereken biri. Öyle ki, Edgar’ın ölümü ile filmdeki çatışan süreçler de son buluyor. Bu yönler filmin kadın bakış açısıyla yaratılmaya çalışıldığını ispatlıyor. Filmde iki kırılma noktası var. Pinky’nin intihar girişimi ve Edgar’ın ölümü. Bu iki durumla, üç kadının kimlikleri adeta iç içe geçiyor. 


Filmin düzenli seyreden bir akışı yok. Olaylardan çok üç kadının ruh halleri ve duygu değişimleri ile derdini anlatan bir drama, 3 Women. Sanat ve teknik anlamda başarılı bir yapım, erkek elinden çıkmış ortalama üstü bir kadın filmi.

Bergman’ın Persona’sından esinlenen 3 Women, Altman’ın özgürlükçü, yarı mistik, cesur ve deneysel sinema anlayışının en önemli örneği. 3 Women kadın dünyasının derinliklerine doğru bir yolculuk yapmak için izlenebilir.

Filmin Notu 8/10

Filmin Künyesi
Filmin Adı:
3 Women
Yönetmen:
Robert Altman
Senaryo:
Robert Altman
Oyuncular:
Shelley Duvall, Sissy Spacek, Janice Rule
Yapım:
1977

10 Mart 2015 Salı

La Promesse


La Promesse (söz), Dardenne kardeşlerin 1996 senesinde çektikleri ve Avrupa Sineması’nda sarsılmaz bir yer edineceklerinin habercisi olmuş erken dönem başyapıtlarından biri. Her yönüyle bir Dardenne yapıtı olan film, alabildiğine sade üslubunun yanında politik, sert ve direkt bir anlatıma sahip. Neredeyse her Dardenne filminde karşılaşacağınız kırık hayatlar, sistemin savurduğu insanlar ve umudun peşinde olma hali filmin ana atmosferini oluşturuyor.

Başta Cannes Film Festivali olmak üzere gittiği her festivalde onurlandırılan La Promesse için o kadar çok şey söylenebilir ki. Benim filmle ilgili ilk değinmek istediğim: Jérémie Renier. La Promesse, o tarihte henüz 15 yaşında olan Jérémie Renier’in ilk büyük sınavı. Reiner, Igor performansı ile bu sınavın altından öyle ustaca kalkıyor ki; hem seyirciyi çok başarılı gencecik bir aktörle tanıştırıyor hem de Dardenne kardeşlerin sonraki filmleri için oyuncu tercihleri içinde amiral gemilerinden birine dönüşüyor.

Dardenne sineması bu filmde kötülük kavramını sorguluyor ve toplum tarafından kutsanan aile kavramını sert bir dille, her zamanki Dardenne yalınlığı içerisinde eleştiriyor. Çünkü filmde henüz ergenlik çağında olan oğluna bütün kötülükleri aşılayan, onu bir suçluya hatta bir katile dönüştürmeye çalışan kişi bir baba. Yani ataerkil çekirdek aile sisteminde kutsanan, göklere çıkarılan kişi o. Bu noktada, baba karakteri Roger’a hayat veren Olivier Gourmet’in de ne kadar ustalıklı bir iş çıkardığını söylemek gerek.


Filmin birden fazla sorusu var. Dardenne’ler seyirciye dönüyor ve başlıyor peşi sıra sorularını sıralamaya. Kötülük doğuştan mı gelir yoksa aile ve çevrede mi öğrenilir? Vicdan nedir? Bir çocuk nasıl temiz kalabilir? İnsan ne için yaşar? İnsan olmak öğrenilebilir mi?

Jean ve Luc Dardenne, Igor (Jérémie Renier) karakteri sayesinde bu soruların hepsini kendi sinema perspektifleri doğrultusunda yanıtlıyorlar. Igor, umut sömürücülüğü yapan babasının yolundan gitmemeyi seçiyor. Kocasının öldüğünden habersiz bebeğiyle beraber yaşamda kalma savaşı veren Assita’ya yardım ederek, babası tarafından sömürülmüş bu siyah ve göçmen işçi Amidou’ya eşi ve bebeğine sahip çıkacağı yönünde verdiği sözünü tutuyor.


La Promesse’nin sorguladığı konulardan biri de ırkçılık. Assita (Assita Ouedraogo) hem siyah hem de bir kadın. Yani hem ikinci ırk hem de ikinci cins. Bir sahnede, iki adam yol kenarında ayakkabılarını bağlamaya çalışan Assita ve bebeğinin üzerine işiyor. Bu sahnede, Avrupa’nın güzel yüzü ardındaki makyajsız hali çarpıcı bir sinema diliyle eleştirilirken, ırkçılığın evrensel bir insanlık ayıbı olarak dünyanın her yerinde varlık gösterdiği, Assita’ya ve ırkçı saldırılara maruz kalan insanlara yapılanlar insanlık adına duyulan derin bir utanca dönüşüyor.

Filmi izlerken aklıma Rakel Dink’in hayat arkadaşına veda ederken söylediği o unutulmaz söz geldi. Dink, katile değil “Bir bebekten katil yaratan karanlık”a kızmış onu suçlu bulmuştu. La Promesse filminde de, Roger’ın tüm çabalarına rağmen Igor katil olmamaya direniyor. Verdiği sözün ve vicdanının arkasından gidiyor. Assita ise finalde onu değil karanlığa sırtını dönüyor, bir bebekten katil yaratmaya çalışan dünyanın her yerindeki karanlığa.


La Promesse, başarılı oyuncu performansları (bilhassa Jérémie Renier), sade fakat sarsıcı sinema dili ve insanlığa dair taşıdığı kaygıları ile kesinlikle görülmesi gereken bir film. Kaçırılmamalı!

Filmin Notu 8/10


Filmin Künyesi
Filmin Adı:
La Promesse
Yönetmen:
Jean-Pierre Dardenne - Luc Dardenne
Senaryo:
Luc Dardenne, Jean-Pierre Dardenne
Oyuncular:
Jérémie Renier, Olivier Gourmet, Assita Ouedraogo
Yapım:
1996

7 Mart 2015 Cumartesi

Çekmeceler


Çekmeceler, Mehmet Binay ve Caner Alper’in Zenne filminden sonra yönetmenlik koltuğuna oturdukları ikinci yapım. İlk filmleri Zenne ile akıllarda kalan ikili, Çekmeceler filminde yine gerçek bir hikâyeden yola çıkıyor. Ve rahatsız ediciliğini gerçekliğinden alan bir büyüme öyküsü anlatıyor.

Filmle ilgili ilk söyleyeceğim etkileyici bir yapım olduğu. Çünkü Çekmeceler, aslında hepimizin bir şekilde içinde olduğu, içinde olmaya mecbur bırakıldığı bir hikâyeden besleniyor. Bu tanıdık hikayede, kadın olmayı bir lanete çeviren erkek odaklı sistemin kadına yaşam hakkı tanımayan düzeninde ayakta kalmaya çalışan Deniz’in (Ece Dizdar) hikayesi anlatılıyor.

Deniz’in hikâyesinin kahramanları iktidara ve bekarete saplantısı olan sözde sanatçı, şiddet yanlısı, bencil ve nefret dolu bir baba ile “ağzımızın tadı bozulmasın”cı bir anne. Deniz, babasının saplantıları ve annesinin görmezden gelmeleri yüzünden cinselliğini oldukça travmatik bir biçimde yaşıyor. Ve çekmeceler açılıyor. Film; kilitler, çekmeceler ve anahtarlar olarak üç metaforik isimle bölümlendirilmiş.


Birinci bölüm yani kilitler, Deniz’in çocukluğuna ve ilk gençlik yıllarına tekabül ediyor. Tüm düğümlerin atıldığı kısım. İlk cinsellik uyanışları, ilk travmalar, ilk orospu yaftalamaları, anne babanın boşanması, bekaret kontrolleri… Deniz’e bu bölümde, hayatın bir masal olmadığı sert bir dille anlatılıyor.

İkinci bölüm çekmecelerde Deniz’in kilitler aşamasında aldığı tüm yaralar su yüzüne çıkıyor. Deniz çocukluğunda çekmecelerine ne doldurduysa burada onları döküyor. Girdiği hiçbir işte başarılı olamıyor, ilişkileri yürümüyor, sevgi arayışına karşılık bulamıyor, git gide daha çok yara alıyor…

Üçüncü ve son bölüm ise anahtarlar. Bu bölümde Deniz etrafa saçılmış her şeyi düşe kalka, yara bere içinde de olsa toparlamaya soyunuyor. Babasının ölümü ile ilk iş olarak yine denize koşup arınan genç kadın adeta bir kez daha doğuyor. Babanın ölümü elbette sembolik, baba hayatta olsa da olmasa da zihinde bıraktığı tahribat iyileşmediği sürece miras bıraktığı hayaletler her zaman zihnin en karanlık yerinde kalıp bir gün bir yerlerde ortaya çıkacak. Deniz de sanki bunu düşünür gibi bakıyor son kez hayatının mimarı olan adama.


Ece Dizdar’ın Deniz rolündeki performansı çok başarılı. Taner Birsel, Tilbe Saran ve Nilüfer Açıkalın da çok iyi iş çıkarmışlar. Oyunculuk anlamında dört dörtlük bir film diyebilirim. Uzun süresi de hikayeye gölge düşürmüyor. Final ise özellikle başarılı. Binay ve Alper her şeye rağmen finalde umudu yeşertmek istemişler. Mehmet Binay-Caner Alper bundan sonra da dokunulmamış konulara değinecek gibi duruyor. Bir sonraki işleri için şimdiden heyecanlıyım.

Film, bitince bir süre kalkamıyorsunuz yerinizden. Deniz birken bin oluyor ismi değişiyor. Özgecan Arslan ve daha nicelerine dönüşüyor. Bu filmi kadınlardan önce tüm erkeklere tavsiye ederim. Mutlaka izleyin ve üzerine düşünün.

Bu ülkede erkeklerin bu konularda düşünmesine ihtiyacımız var. Çünkü biz bu topraklarda yaşamakta ve nefes almakta çok zorlanıyoruz. Öyle ki bu topraklarda kadın olmak, doğduğun günden itibaren ailende, okulda, sokakta, iş yerinde, kısacası yaşadığın, geçtiğin, uğradığın, kaçtığın, dokunduğun her yerde kurduğun veya kurmayı denediğin her ilişkide sadece kadın olduğu için acı çekeceğin anlamına gelir. 

Şanslıysan tacize uğrayacak, kimliğin ve zekan aşağılanacak, dövüleceksin. Şanssızsan yine tacize uğrayacak, kimliğin ve zekan aşağılanacak, dövülecek, tecavüze uğrayacak, yakılacak, öldürüleceksin. Elbette şanssızlığın ölünce de yakanı bırakmayacak. Ölümünden sonra açılan davada dahi yargılanan sen olacaksın. Tahrik unsuru var mıdır diye soracak savcılar. Olur ya adamı tahrik etmişsindir, kim bilir ne giymişsindir öldürülürken.  Hem sonra saat kaçtı acaba tecavüze uğradığında? Hava karardıysa adam haklı bulunacaktır. 

Çekmeceler her şeye rağmen “Açmaktan Korkma” diyor. Hepimiz hikâyelerimizi açıp kadına yöneltilmiş tüm çirkinliklere karşı sesimizi yükselttikçe anahtarlarımıza daha çabuk ulaşacağız. 

8 Mart Dünya Kadınlar Günü kutlu olsun.



Filmin notu 7/10


Filmin Künyesi
Filmin Adı:
Çekmeceler
Yönetmen:
Caner Alper – Mehmet Binay
Senaryo:
Caner Alper – Mehmet Binay, 
İsmail Onur Coşkun, Tilbe Saran
Oyuncular:
Ece Dizdar, Taner Birsel, Tilbe Saran, Nilüfer Açıkalın
Yapım:
2015