25 Mart 2015 Çarşamba

3 Women


Robert Altman, Amerikan sineması içinde belki de en ayrıksı yönetmenlerden biri. Her filminde yepyeni bir dünya yaratmayı başarırken alışılagelmiş Hollywood klişelerine karşı da mesafeli durmuş bir isim. Amerikan sinemasının başına gelen en iyi birkaç isimden biri.

3 Women, Robert Altman’ın zengin filmografisi içinde feminizme göz kırptığı, az bilinen klasiklerinden. 77 yapımı film adından da anlaşılacağı üzere üç kadının kesişen öyküsünü anlatıyor. Altman’ın erkek bir yönetmen olarak bu filmde oldukça zor bir işe kalkıştığını söylemeli. 

Filmin karakterleri Millie (Shelley Duvall), Pinky (Sissy Spacek) ve Villie (Janice Rule) toplumdan izole hayatlar süren, yalnız ve içe dönük farklı yaşlardaki kadınlar. Hikâyemiz yaşadığı yerden ayrılıp California çöllerindeki bir kaplıcaya çalışmaya gelen genç ve çekingen bir kadın olan Pİnky ile tanışmamızla başlıyor. Pinky, yabancısı olduğu bu yerde kimseyi tanımaz. Çalıştığı kaplıcada adaptasyon sürecine yardımcı olması için tanıştığı Millie ile kuracağı ilişki her iki kadın için de hayatlarının akışını değiştirecektir.

Millie, Pinky’nin aksine başta son derece ince ruhlu, meraklı, dışa dönük bir kadın gibi görünür. Fakat akış içinde insanlarla ilişki kurabilmek için gösterdiği tüm çabanın sonuçsuz kaldığını görürüz. Millie arzu ettiğinin aksine hiç kimse tarafından ciddiye alınmaz. Kimse tarafından dinlenmediğinden olsa gerek içini her gün yazdığı günlüğüne döker.


Millie’nin ev arkadaşı taşınınca onun yerini Pinky alır. İlk andan itibaren Pinky ve Millie arasında alışılmışın dışında bir ilişki olacağı sezilir. Hikâyenin üçüncü kadını olan Villie ile Pinky’nin Millie’ye taşınmasıyla tanışırız. Hamile olan Villie ise ilgisiz ve bulduğu her fırsatta onu aldatan eş figürü Edgar (Robert Fortier)  ile beraberdir. Villie neredeyse hiç konuşmaz. Sahip oldukları evin büyük havuzu başta olmak üzere bulduğu her yere resim yapmakla meşguldür. Villie’nin yaptığı insanın ilkel doğasına, cinselliğine, cinsiyet temelli iktidar ilişkilerine göndermeler yapan bu resimler, filmin görsel estetiğinin oluşmasına da önemli bir katkı sağlıyor. 

Filmde bu üç kadını bir araya getiren iki olgu: ev ve Edgar. Edgar karakteri erkeklerin bir fonksiyonunun olmadığı 3 Women dünyasında görünür olan tek erkek karakter. Elbette beraberinde sorunlar getiren ve o dünyada olamaması gereken biri. Öyle ki, Edgar’ın ölümü ile filmdeki çatışan süreçler de son buluyor. Bu yönler filmin kadın bakış açısıyla yaratılmaya çalışıldığını ispatlıyor. Filmde iki kırılma noktası var. Pinky’nin intihar girişimi ve Edgar’ın ölümü. Bu iki durumla, üç kadının kimlikleri adeta iç içe geçiyor. 


Filmin düzenli seyreden bir akışı yok. Olaylardan çok üç kadının ruh halleri ve duygu değişimleri ile derdini anlatan bir drama, 3 Women. Sanat ve teknik anlamda başarılı bir yapım, erkek elinden çıkmış ortalama üstü bir kadın filmi.

Bergman’ın Persona’sından esinlenen 3 Women, Altman’ın özgürlükçü, yarı mistik, cesur ve deneysel sinema anlayışının en önemli örneği. 3 Women kadın dünyasının derinliklerine doğru bir yolculuk yapmak için izlenebilir.

Filmin Notu 8/10

Filmin Künyesi
Filmin Adı:
3 Women
Yönetmen:
Robert Altman
Senaryo:
Robert Altman
Oyuncular:
Shelley Duvall, Sissy Spacek, Janice Rule
Yapım:
1977

10 Mart 2015 Salı

La Promesse


La Promesse (söz), Dardenne kardeşlerin 1996 senesinde çektikleri ve Avrupa Sineması’nda sarsılmaz bir yer edineceklerinin habercisi olmuş erken dönem başyapıtlarından biri. Her yönüyle bir Dardenne yapıtı olan film, alabildiğine sade üslubunun yanında politik, sert ve direkt bir anlatıma sahip. Neredeyse her Dardenne filminde karşılaşacağınız kırık hayatlar, sistemin savurduğu insanlar ve umudun peşinde olma hali filmin ana atmosferini oluşturuyor.

Başta Cannes Film Festivali olmak üzere gittiği her festivalde onurlandırılan La Promesse için o kadar çok şey söylenebilir ki. Benim filmle ilgili ilk değinmek istediğim: Jérémie Renier. La Promesse, o tarihte henüz 15 yaşında olan Jérémie Renier’in ilk büyük sınavı. Reiner, Igor performansı ile bu sınavın altından öyle ustaca kalkıyor ki; hem seyirciyi çok başarılı gencecik bir aktörle tanıştırıyor hem de Dardenne kardeşlerin sonraki filmleri için oyuncu tercihleri içinde amiral gemilerinden birine dönüşüyor.

Dardenne sineması bu filmde kötülük kavramını sorguluyor ve toplum tarafından kutsanan aile kavramını sert bir dille, her zamanki Dardenne yalınlığı içerisinde eleştiriyor. Çünkü filmde henüz ergenlik çağında olan oğluna bütün kötülükleri aşılayan, onu bir suçluya hatta bir katile dönüştürmeye çalışan kişi bir baba. Yani ataerkil çekirdek aile sisteminde kutsanan, göklere çıkarılan kişi o. Bu noktada, baba karakteri Roger’a hayat veren Olivier Gourmet’in de ne kadar ustalıklı bir iş çıkardığını söylemek gerek.


Filmin birden fazla sorusu var. Dardenne’ler seyirciye dönüyor ve başlıyor peşi sıra sorularını sıralamaya. Kötülük doğuştan mı gelir yoksa aile ve çevrede mi öğrenilir? Vicdan nedir? Bir çocuk nasıl temiz kalabilir? İnsan ne için yaşar? İnsan olmak öğrenilebilir mi?

Jean ve Luc Dardenne, Igor (Jérémie Renier) karakteri sayesinde bu soruların hepsini kendi sinema perspektifleri doğrultusunda yanıtlıyorlar. Igor, umut sömürücülüğü yapan babasının yolundan gitmemeyi seçiyor. Kocasının öldüğünden habersiz bebeğiyle beraber yaşamda kalma savaşı veren Assita’ya yardım ederek, babası tarafından sömürülmüş bu siyah ve göçmen işçi Amidou’ya eşi ve bebeğine sahip çıkacağı yönünde verdiği sözünü tutuyor.


La Promesse’nin sorguladığı konulardan biri de ırkçılık. Assita (Assita Ouedraogo) hem siyah hem de bir kadın. Yani hem ikinci ırk hem de ikinci cins. Bir sahnede, iki adam yol kenarında ayakkabılarını bağlamaya çalışan Assita ve bebeğinin üzerine işiyor. Bu sahnede, Avrupa’nın güzel yüzü ardındaki makyajsız hali çarpıcı bir sinema diliyle eleştirilirken, ırkçılığın evrensel bir insanlık ayıbı olarak dünyanın her yerinde varlık gösterdiği, Assita’ya ve ırkçı saldırılara maruz kalan insanlara yapılanlar insanlık adına duyulan derin bir utanca dönüşüyor.

Filmi izlerken aklıma Rakel Dink’in hayat arkadaşına veda ederken söylediği o unutulmaz söz geldi. Dink, katile değil “Bir bebekten katil yaratan karanlık”a kızmış onu suçlu bulmuştu. La Promesse filminde de, Roger’ın tüm çabalarına rağmen Igor katil olmamaya direniyor. Verdiği sözün ve vicdanının arkasından gidiyor. Assita ise finalde onu değil karanlığa sırtını dönüyor, bir bebekten katil yaratmaya çalışan dünyanın her yerindeki karanlığa.


La Promesse, başarılı oyuncu performansları (bilhassa Jérémie Renier), sade fakat sarsıcı sinema dili ve insanlığa dair taşıdığı kaygıları ile kesinlikle görülmesi gereken bir film. Kaçırılmamalı!

Filmin Notu 8/10


Filmin Künyesi
Filmin Adı:
La Promesse
Yönetmen:
Jean-Pierre Dardenne - Luc Dardenne
Senaryo:
Luc Dardenne, Jean-Pierre Dardenne
Oyuncular:
Jérémie Renier, Olivier Gourmet, Assita Ouedraogo
Yapım:
1996

7 Mart 2015 Cumartesi

Çekmeceler


Çekmeceler, Mehmet Binay ve Caner Alper’in Zenne filminden sonra yönetmenlik koltuğuna oturdukları ikinci yapım. İlk filmleri Zenne ile akıllarda kalan ikili, Çekmeceler filminde yine gerçek bir hikâyeden yola çıkıyor. Ve rahatsız ediciliğini gerçekliğinden alan bir büyüme öyküsü anlatıyor.

Filmle ilgili ilk söyleyeceğim etkileyici bir yapım olduğu. Çünkü Çekmeceler, aslında hepimizin bir şekilde içinde olduğu, içinde olmaya mecbur bırakıldığı bir hikâyeden besleniyor. Bu tanıdık hikayede, kadın olmayı bir lanete çeviren erkek odaklı sistemin kadına yaşam hakkı tanımayan düzeninde ayakta kalmaya çalışan Deniz’in (Ece Dizdar) hikayesi anlatılıyor.

Deniz’in hikâyesinin kahramanları iktidara ve bekarete saplantısı olan sözde sanatçı, şiddet yanlısı, bencil ve nefret dolu bir baba ile “ağzımızın tadı bozulmasın”cı bir anne. Deniz, babasının saplantıları ve annesinin görmezden gelmeleri yüzünden cinselliğini oldukça travmatik bir biçimde yaşıyor. Ve çekmeceler açılıyor. Film; kilitler, çekmeceler ve anahtarlar olarak üç metaforik isimle bölümlendirilmiş.


Birinci bölüm yani kilitler, Deniz’in çocukluğuna ve ilk gençlik yıllarına tekabül ediyor. Tüm düğümlerin atıldığı kısım. İlk cinsellik uyanışları, ilk travmalar, ilk orospu yaftalamaları, anne babanın boşanması, bekaret kontrolleri… Deniz’e bu bölümde, hayatın bir masal olmadığı sert bir dille anlatılıyor.

İkinci bölüm çekmecelerde Deniz’in kilitler aşamasında aldığı tüm yaralar su yüzüne çıkıyor. Deniz çocukluğunda çekmecelerine ne doldurduysa burada onları döküyor. Girdiği hiçbir işte başarılı olamıyor, ilişkileri yürümüyor, sevgi arayışına karşılık bulamıyor, git gide daha çok yara alıyor…

Üçüncü ve son bölüm ise anahtarlar. Bu bölümde Deniz etrafa saçılmış her şeyi düşe kalka, yara bere içinde de olsa toparlamaya soyunuyor. Babasının ölümü ile ilk iş olarak yine denize koşup arınan genç kadın adeta bir kez daha doğuyor. Babanın ölümü elbette sembolik, baba hayatta olsa da olmasa da zihinde bıraktığı tahribat iyileşmediği sürece miras bıraktığı hayaletler her zaman zihnin en karanlık yerinde kalıp bir gün bir yerlerde ortaya çıkacak. Deniz de sanki bunu düşünür gibi bakıyor son kez hayatının mimarı olan adama.


Ece Dizdar’ın Deniz rolündeki performansı çok başarılı. Taner Birsel, Tilbe Saran ve Nilüfer Açıkalın da çok iyi iş çıkarmışlar. Oyunculuk anlamında dört dörtlük bir film diyebilirim. Uzun süresi de hikayeye gölge düşürmüyor. Final ise özellikle başarılı. Binay ve Alper her şeye rağmen finalde umudu yeşertmek istemişler. Mehmet Binay-Caner Alper bundan sonra da dokunulmamış konulara değinecek gibi duruyor. Bir sonraki işleri için şimdiden heyecanlıyım.

Film, bitince bir süre kalkamıyorsunuz yerinizden. Deniz birken bin oluyor ismi değişiyor. Özgecan Arslan ve daha nicelerine dönüşüyor. Bu filmi kadınlardan önce tüm erkeklere tavsiye ederim. Mutlaka izleyin ve üzerine düşünün.

Bu ülkede erkeklerin bu konularda düşünmesine ihtiyacımız var. Çünkü biz bu topraklarda yaşamakta ve nefes almakta çok zorlanıyoruz. Öyle ki bu topraklarda kadın olmak, doğduğun günden itibaren ailende, okulda, sokakta, iş yerinde, kısacası yaşadığın, geçtiğin, uğradığın, kaçtığın, dokunduğun her yerde kurduğun veya kurmayı denediğin her ilişkide sadece kadın olduğu için acı çekeceğin anlamına gelir. 

Şanslıysan tacize uğrayacak, kimliğin ve zekan aşağılanacak, dövüleceksin. Şanssızsan yine tacize uğrayacak, kimliğin ve zekan aşağılanacak, dövülecek, tecavüze uğrayacak, yakılacak, öldürüleceksin. Elbette şanssızlığın ölünce de yakanı bırakmayacak. Ölümünden sonra açılan davada dahi yargılanan sen olacaksın. Tahrik unsuru var mıdır diye soracak savcılar. Olur ya adamı tahrik etmişsindir, kim bilir ne giymişsindir öldürülürken.  Hem sonra saat kaçtı acaba tecavüze uğradığında? Hava karardıysa adam haklı bulunacaktır. 

Çekmeceler her şeye rağmen “Açmaktan Korkma” diyor. Hepimiz hikâyelerimizi açıp kadına yöneltilmiş tüm çirkinliklere karşı sesimizi yükselttikçe anahtarlarımıza daha çabuk ulaşacağız. 

8 Mart Dünya Kadınlar Günü kutlu olsun.



Filmin notu 7/10


Filmin Künyesi
Filmin Adı:
Çekmeceler
Yönetmen:
Caner Alper – Mehmet Binay
Senaryo:
Caner Alper – Mehmet Binay, 
İsmail Onur Coşkun, Tilbe Saran
Oyuncular:
Ece Dizdar, Taner Birsel, Tilbe Saran, Nilüfer Açıkalın
Yapım:
2015

5 Mart 2015 Perşembe

Life Itself


Life Itself filmini Beyoğlu Sineması’nda henüz izledim. Filmin bende yarattığı en büyük duygu yazma tutkumu kışkırtması oldu. Neredeyse koşar adım eve geldim ve hemen bilgisayarın başına oturdum. Life Itself, Amerikalı belgesel yönetmeni Steve James’in Roger Ebert’in kendi kaleme aldığı otobiyografisinden yola çıkarak yarattığı bir belgesel.

Film, neredeyse tüm hayatını sinemaya adamış bir adamı, Roger Ebert’i anlatıyor. Ebert’i bizzat kendisi, eşi, eleştirmen arkadaşları ve yönetmenlerin gözünden izliyoruz Life Itself’te.

Sinemaya duyduğu tutku, açık sözlülüğü, yazılarından ve tavırlarından mizahı eksik etmemesi ve bitmek bilmez yaşam azmi ile dolu bir adam Ebert. Öyle ki yakalandığı kanser sesini dahi kaybetmesine sebep oluyor fakat o hiçbir zaman sinema hakkında düşünmeyi ve üretmeyi bırakmıyor.

Sinema eleştirmenliğinin mesleğe dönüşmesine ve insanlar tarafından saygı duyulan bir uğraş haline gelmesine önemli katkıları olan Ebert, en saygın edebiyat ödüllerinden Pulitzer ile ödüllendirilmiş bir sinema insanı.

Steve James, belgeselden beklenen her şeyi veriyor. Fazlasını verdiği dahi söylenebilir. James’in şansı bizzat sorularını cevaplayan kişinin Roger Ebert olması. Film ilk dakikasından son anına kadar temposu hiç düşmeyen bir kitap gibi akıyor.

Filmde Roger Ebert’in eleştirdiği binlerce filmin birkaçından kareler görmek eski bir dostla karşılaşmanın keyfi gibiydi. Belgeselin iskeletini oluşturan hikâyelerden biri de Roger Ebert’in uzun yıllar birlikte televizyonda filmleri birlikte tartıştıkları Gene Siskel ile olan tatlı sert dostlukları idi. Siskel, Ebert’in hayatında çok önemli bir yere sahip. Bir kardeş, bir iş ortağı, bir dost aynı zamanda bir rakip.

Life Itself, sinemaya ve sinema eleştirmenliğine güçlü bir saygı duruşu. Filmi zevkle takip ettim. Roger Ebert’in ömrü boyunca hiç sonlanmamış sinema aşkına eşlik etmek isterseniz kaçırmamalısınız.

Meraklıları için yazarın eleştirilerine ve daha fazlasına www.rogerebert.com sitesinden ulaşılabilir.

“Sinemada görüşürüz Roger.”

Filmin Notu 9/10




Filmin Künyesi
Filmin Adı:
Life Itself
Yönetmen:
Steve James
Oyuncular:
Roger Ebert, Chaz Ebert, Gene Siskel, Martin Scorcese
Yapım:
2014

4 Mart 2015 Çarşamba

Tulitikkutehtaan Tyttö

Kibritçi Kız masalını hepimiz biliriz. Yılbaşı gecesi ısınmak için satamadığı kibritlerini yakan o küçük kızın öyküsü. Bu öykü Andersen Masalları içinde belki de en hüzünlüsüdür. Finlandiya’lı yönetmen Aki Kaurismäki de İşçi Sınıfı Üçlemesi’nin son filmi Tulitikkutehtaan Tyttö (Türkçe adıyla Kibritçi Kız) filminde tıpkı Kibritçi Kız masalındaki gibi gerçekçi bir hikayeye odaklanıyor.

Tulitikkutehtaan tyttö için modern bir Andersen uyarlaması denebilir.  Her iki anlatının ortak noktasında sosyal ve ekonomik sorunlar, yalnız, sevgisiz ve öteki insanlar var. Filmin başlangıç cümlesi: “Görünen o ki soğuktan ve açlıktan öldüler, çok uzakta ormanın içinde”

Film, kibrit fabrikasında işçilik yapan Iiris’in (Kati Outien) yaşamına odaklanıyor. Kaurismaki, filmini kibrit fabrikasındaki makinelerin çalışmalarını göstererek açıyor. Bu giriş izleyeceklerimizin habercisi gibi. Makineler nasıl çalışıyor ve bir aletten beklenileceği üzere sadece görevlerini yapıyorsa Iiris’in hayatında da her şey öyle ilerliyor.

Annesi ve üvey babasıyla neredeyse hiç iletişim kurmayan Iiris genç bir kadın olarak sadece biraz eğlenmek istiyor. Fakat ona biçilen rol eğlenmesine ve kendini iyi hissetmesine izin veren bir yapıda değil. Öyle ki maaşının bir kısmıyla kendine “süslü” bir elbise satın alınca var oluş nedeninin dışına çıktığı kabul ediliyor. Genç bir kadının kendini iyi hissetmek için aldığı bu elbise ona üvey babasından bir tokat ve “orospu” yakıştırması olarak geri dönüyor.


Karşı cins tarafından çekici bulunmayan, ailesi için eve maddi destek olurken ev işlerini halleden bir yardımcı gibi görülen, hiç arkadaşı olmayan, çok az konuşan ve en acısı hiç sevilmemiş olan Iiris’in hikayesi hiçbir sinema oyununa başvurulmadan, olduğu gibi anlatılmış. Iiris ve onun gibi sayısız insanın yaşadığı bu soğuk ve yalnız hikayenin kendisi zaten hiçbir müdahaleye gerek bırakmayacak derecede dramatik.

Filmde müzik Iiris’in dışarıda olduğu sahneler dışında neredeyse hiç kullanılmamış. Bu tercih filmin gerçekçi yapısını destekleyen bir unsur. Her şey öylesine gerçek ve müdahalesiz verilmiş ki hiçbir yerde melodramik bir uzaklaşma yaşamıyorsunuz.

Başroldeki Kati Outinen çok sade ve başarılı bir oyun çıkarmış diğer oyuncular da benzer yalınlıktaki performansları ile onu destekliyorlar. Kaurismaki, sadece 68 dakikalık bu kısa filmine bir hayli etkileyici ve derin bir hikayeyi ustalıkla sığdırıyor.


Tulitikkutehtaan tyttö baştan sona hüzün dolu bir film. Filmi içinizde buruk bir kırgınlıkla izliyorsunuz. Bunun yanında filmin derdini doğru anlatan ve oldukça başarılı bir avrupa sineması örneği olduğunu da söylemek lazım.

Meraklılarının kaçırmamasını tavsiye ederim.
Filmin Notu: 8/10


Filmin Künyesi
Filmin Adı: Tulitikkutehtaan Tyttö
Yönetmen: Aki Kaurismaki
Senaryo: Aki Kaurismaki
Oyuncular: Kati Outinen, Elina Salo, Esko Nikkari
Yapım: 1990